Ramazan Dörtlüsü: Saat Kulesi Vurup Duruyordur Hâlâ

Oruç ve Kur’an ayı Ramazan kendini her yaş ve mevsime ait farklı imaj ve hatıralarla hayatımızın sonraki yıllarına taşıyor, içimizde derinlemesine yer ediniyor.

Ramazan benim için köyümüz Hoşulu/Çengelli-Çamiçi yaylası (Niksar), İstanbul, Tokat ve Muş arasında dolaşıp duran bir mucizedir. Hoşulu ramazanlarının içine yerleştiği mucize sıcak bir ağustos ayıdır: Köyün eski, basık damlı, penceresinden uzanıp şeftali aldığım ve yarısına varmadan kesin uyuyakaldığım teravihlerinde tıka basa dolu küçük camimizde başlayıp iki katlı kerpiç evimizde etrafına uykulu gözlerle oturduğum kalabalık sofra sûretinde çıkar ortaya. Geniş, yayvan bir kap kaşıklanmaktadır. Kapta ya pilav ya da eşsiz tereyağı lezzetiyle sunulan erişte vardır. Yemek, her tarafından yenmiş, tam olarak merkezdeki parça kalmıştır. Babamın, o parçayı işaret eden sesini hâlâ hatırlıyorum. Kalan o son lokmayı kim yiyecekti? “Sini” diye tabir ettiğimiz büyük bakır sofranın etrafındaki halka pek azizdir. Onun kıymetini sonraki yıllarımda yakalayabilen pek az şey olmuştur, buna sizi temin ederim. Elbette o mübarek sofraya, ağustos ayında olunduğundan mutlak sûrette karpuz da konuk olmuş, o ramazan coşkusuna katılmıştır. Elektrik ve buzdolabı karpuzla yakından alakalı olduğundan zihnimi yorayım biraz, dedim ama sanırım size naklettiğim görüntü buzdolabı ve elektrikten mahrum oluşmuştu. Komşuların birbirine sahur için seslenişleri bu fotoğrafların oluşumundaki temel etkendi. Çünkü yaz mevsiminde geceler kısa, gündüzler uzun ve son derece meşakkatliydi. Bazı zamanlar sahura kalkamamak mevsimin cilvesi olarak addedilirdi. Niksar ramazanında benim için bir başka önemli uğrak da Çamiçi yaylasıdır. Çamiçi yaylası çocukluk ve ilk gençliğimin temel parçasıdır. Amcamın yanında ya da ender olarak yaylaya çıkan annemlerle kaldığım yaylada benden oldukça büyük amcaoğullarımın inşaatlarda kıldırdıkları teravihler çocukluğumun ramazan hatıralarındaki büyülü anlardandı. Yaylanın mucizevi atmosferi, yıldızların hemen başımıza düşüverecek yakınlık ve parlaklıklarındaki keskinlikleri yürüdüğüm yollarda hep benimle birlikte oldu.

1992 yılının mart ayının ramazanı İstanbul’daki ilk ramazanımdı. Vefa’daki İlim Yayma yurdunda çok renkli ramazanlarımız oldu. Hem İlim Yayma’nın Penceresi kitabımda, hem de bu sitedeki bazı yazılarımda o ramazanları anlatmıştım. Yurdun mescidi ile yurt çevresindeki küçük camilerde kıldığımız teravihlere silinmeyen bir hatıra olarak birkaç Süleymaniye teravihi eşlik eder. O koca cami teravihte nasıl da boştu! İki ya da üç saf halinde toplaşmıştı mü’minler. Yerleşimden uzak bir mıntıkada hüzünlü bir fotoğraf sunuyordu açıkçası. Sonraki dönemlerde bunu biraz kırdığını gözlemledim. Birçok etken buna sebeptir, daha sonra müzakere ederiz inşallah. O yıllara gidince kamerî takvim münasebetiyle ramazanın otuz üç yılda bir dönüyor oluşu düştü yine aklıma. İki yıl kalmış. Her ne kadar bir ucundan mart ayını yakalasak da İstanbul ramazanlarıma bir tur attırmak Rabbimizden en büyük niyazlarımdan! O zaman çocukluk ramazanımı da hesaplayayım hemen. O da İstanbul’a tekrar taşındığım(ız) dönemin ramazanına kadar turunu tamamlamış olmalı. Kendisini, sıcak temmuz ve ağustos aylarında, Tokat’ta başlayıp Fatih’te devam ettirmeye çalıştığımız Kur’an sohbetleriyle zenginleştirmeye çalışmıştık. İstanbul’un iki dönem hâlinde ramazanlarına olan konukluğumuz kendi dönemselliğinde bir başka güzellik ve renklilikte oldu. Direnişler, Kur’an sohbetleri, dernek ve vakıfların iftar davetleri, ailecek ya da arkadaşlarla katıldığımız Sultanahmet, Eyüpsultan, Üsküdar, Fatih, Süleymaniye iftarları ve yeryüzü sofraları… Belki de en çok 2014’ün sıcak İstanbul ramazanında başlattığımız dernek önünde sahura kadar sınırsız çay eşliğinde sürdürdüğümüz sohbetlerden bahsetmeliydim. Eşsiz bir hatıradır! Ramazan nispeten soğuk aylara yaklaştıkça bıraktık ama en az üç-dört yıl boyunca pek güzeldi!

Tam da buradan Tokat ramazanlarına bir geçiş yapabiliriz. Yaz mevsimi ramazanları gibisi var mı! Behzat camiinin karşısındaki derneğimizde toplaşıp hemen yine camiinin yanı başındaki saat kulesinin güney istikametinde, sonraki dönemlerde de derneğin yanındaki inşaatın açtığı alandaki boşlukta, bazen kiracısız alt katın geniş balkonuna arkadaşların kurduğu sinema perdesine yansıttığımız Yılmaz Güney filmlerinin izleyici halkalarında ramazan büyük bir neşeyle akıp gitti. Saat kulesi vurup duruyordur hâlâ, bazen gidip kontrol ediyorum ama biz yokuz hatta bizden eser bile yok. Bunun bana ne kadar ağır geldiğini ifade edecek kelime, cümle bulamıyorum. Behzat camiinin karşısındaki çay ocağının yola yayılan oturmalarındaki heyecanlı toplanmaların yerini kırıklıklar aldı. Birkaç güzel fotoğraf çıkıveriyor karşıma arşivden bazen. Bir sosyal medya hatırası olarak yolumu kesiveriyor, hepsi o kadar. Pideci Talip ustayla arkadaşların şakalaşmaları, çevre yolu inşaatından dolayı hemen önümüzden kıvrılarak geçen şehirlerarası otobüs yolcularının gurbet hüzünleri unutulmaz ramazan akşamlarını bütünleyip duruyordu. Ne çok insan ve ne çok hatıra! İslami hareketin merkezi neredeyse Tokat ve TOKAD idi; yaşam, enerji ve coşkunluğunu bu merkezden alıyordu. Vakti zamanı geldiğinde Rabbimiz nasip ederse Tokat’ı yazacağım. Ayrılışımdan bu yana on yıl geçmiş olacak pek yakın zamanda. Buraya sığdırılması imkânsız sayısız hatıranın eşlik ettiği sağlıklı bir muhasebe yapabilmek için sanırım yeterli bir süre…

Muş; bazen derin, ürkütücü bir yalnızlık ramazanı oldu, bazen de yeni dostlarla kaynaşmanın tatlı heyecanlarını besledi. Ramazanı, öğrencisi ve arkadaşlarıyla kalbime kazınan, ara ara ziyaret etmeyi ihmal etmemeye çalıştığım Muş, Tokat ve İstanbul hattını tamam eden muhkem bir ramazan halkasıdır. Bazen hatırlamaya çalışıyorum: Hemen yan tarafımdaki tek katlı evlerinden beni telefonla sahura uyandırmak için arayan öğrencim; adını unuttum, keşke tekrar karşılaşsak. Beni iftara davet eden çocuklarım… Kısa sürede belleğime ve ufkuma kazınan hatıralar… Muş’ta, o efsanevi kar ve kış altında iki ramazana tesadüf etmek, kar ve kışı ramazanla karşılayıp uğurlamak, yalnızlıktan ve dönemin buz kesen siyasal suskunluğundan sıyrılmaya çalışan bir hâlet-i rûhiyeyi kuşanmak da bütün deneyimlerin ötesinde kişisel tarihimin bambaşka bir aşamasıydı. Kar tane tane yağar, okul yolları yarı bele kadar karla kaplanır ve artık donarak şehre yapışan kar aylarca yerde kalırdı. Ramazan, çoğu kere istasyon cihetindeki çay ocaklarında yapışkan bir soğuktan başkası değildi.

Karla devam edip Tokat’a düşürelim yolumuzu tekrar. Sanayi tarafında yeni inşa edilmiş Mevlana sitelerindeki evimden sahur pidesi almak için çıkar, sitenin diğer ucundaki blokların altındaki fırına giderdim. Gecenin o saatinde toplaşmış kalabalığın içinde belirsiz bir siluetten farksız sıra bekler, koltuğumun altına sıkıştırdığım iki pideyle dışarıya, atıştırmaya başlayan kar tanelerinin altına süzülürdüm. İşte o, benim için adeta fezaya yükseldiğim bir yalnızlık ânıydı; enteresandır, o andan çıkabilmiş değilim. Hüzünle bezeli o eşsiz deneyim ruh dünyamın bir köşesine çakılı vaziyette durmaktadır ve Aynı Adam şiirinden iki mısra o deneyime hâlâ eşlik etmektedir:

Ben dünyaya doğru yürümekle meşhurum/ …/iki bomba gibi taşıyorum koltuğumdaki bir çift somunu

Etiket(ler): , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın