Kızımla Ulu camide teravih namazına gitmiştik. O zaman kaç yaşında olduğunu hatırlamıyorum doğrusu. O namazın benim için de Ulu camide ilk namaz olduğunu tahmin ediyorum. Belki Tokat’a gelen misafirleri gezdirirken bir vakit namazı kılmışımdır, tam bilemiyorum. Sulu Sokak’ta bizim vakit namazı kıldığımız yer Takyeciler’di. Takyeciler, önünde taş zeminli geniş bir alana sahip bir camidir. (Camiydi, diyecektim az daha! Çok şükür ki hayatını sürdürüyor. Kendisinden uzak kalsam da varlığı bana güç vermeye devam ediyor.) Takyeciler’in o taş zeminli avlusunda Ferdi’nin coşkun bir neşeyle adeta kendinden geçerek getirdiği çay eşliğinde arkadaşlarımla, (arkadaşım saydığım) öğrencilerimle cami ile eski karakol binasının arasında oturmak hayatımın en keyif aldığım anlarındandı. Ulu cami, biraz aşağıda, kale tarafına yakın, Sulu Sokak’la küçük şehir koşullarında mesafeli sayılabilecek bir yerdeydi. Taş avludaki uzun oturmalar arasında vakit namazları elbette Takyeciler’de eda edilecekti. Ulu cami, şansına küssündü. Şimdi Takyeciler’in etrafında dolaşmaya başlayınca caminin dışarıdan algılanmayan büyüklüğü karşısındaki şaşkınlığımı bir kez daha hatırlayıverdim; bir de zemininin avludan aşağıda oluşunu… Enteresan bir camiydi. Eski zamanların merkezi konumundan kopmuş Sulu Sokak’ta vakur sessizliğiyle insanı sarıp sarmalayan duruşuna hep saygı duydum ama işte Melike’yi teravih kılmak için Ulu camiye götürmüştüm. İmamı akrabamızdı, inşallah tevhide mugayir bir duruşu olmazdı.
Tokat Ulu camiye misafirleri gezdirmek dışında pek yolum düşmedi. Şehir planlamasına layıkıyla ehemmiyet verilmemesi, buna bağlı olarak da biraz mahalle arasında kalması kendi hâline terk edilmiş bir yapı imajıyla yer etti hep zihnimde. Kont Drakula’ya ev sahipliği yapan, neredeyse doksan derecelik bir açıyla seyredenlerini sırt üstü yere yıkabilme kudretine sahip Tokat Kalesine sırtını dayaması, han ve hamamlar silsilesini tamamlayan zincirin güçlü bir halkası olması, hemen Yahudi Sokağının yanı başında yer alması gibi birçok hususiyetine rağmen neden böyleydi? Hâlâ bu sırrı çözebilmiş değilim. Bedesten’in müze olması bile bence bu hakikati değiştiremedi; üstüne, nevzuhur bir binada kurulan Kent Müzesine rağmen… (Şimdilerde o heyûlânın önünde başka bir garabet olarak deve ve eşeklerden müteşekkil bir kervan temsili var ki akıllara zarar!) Belki de bir mıntıkayı öldüren şey oranın artık müzeye dönüşmesidir. Müze işte, bir başka ifadeyle kadavra! Şehrin dünü ve bugünüyle cesedi orada yatar: Bütün parçalar artık nefes alıp vermeksizin mumyalanmış ve ziyarete açılmıştır. Yaşam belirtisinin son ışıkları da mesai bitimiyle söner! Hâlbuki benim tanıdığım vakitlerde Sulu Sokak’ın kalbi hâlâ atmaktaydı. Esnafı, şehre inen köylüsü ile bir çekim merkezi idi. Bütün şehir iyi kötü Sulu Sokağın namını bilirdi. Sermaye düzeninin nispeten küçük bir şehir olan Tokat’ı tümüyle ele geçirmeye başladığı o yıllarda tarihi eserlerin çevresini açma bahanesiyle o nâma kıydılar, sokağın suyunu kuruttular; çarpmaya devam eden kalbi hançerlediler. Şimdi bakırcılar çarşısının yerinde ucube düzenlemelerin silueti kol geziyor. İşte o siluetin sağ çaprazında, Kont Drakula’nın misafirhanesinin doksan derecelik güney istikametindeki Mutezile dokunuşlarını bağrında taşıdığını var saydığımız Ulu camiye küçücük kızımın yürek pıtırtılarıyla serin bir ramazan gecesinde varıverdik.
Ulu camiyle Mutezile arasında Danişmentliler üzerinden kurulan o heyecan verici temasla kaledeki Kont Drakula misafirhanesinin gizemini sizin merakınıza havale ederek (belki başka bir yazıya saklayarak) çocuğunuzla unutulmayacak bir hatırayı nasıl üretebileceğinizi, bu hatıranın yıllar sonra her iki tarafın da ayrı ayrı ya da birlikte nasıl kapılarını çalacağını bu vesileyle buraya sıkıştırmak isterim. Çağlar boyunca bütün yapıp etmeler o hüzünlü hatıralar vücut bulsun diyeymiş meğerse! Sıkdişini helası, Yahudi sokağı, Deveciler hanı, Bedesten, Takyeciler, karakol, hamamlar, Yağıbasan medresesi, Sultan hamamı, Kont Drakula’nın ürkütücü siluetini bir lanet gibi suratında taşıyan kale hep o hatırayı ince ince işleyip şekillendirmek için bir araya gelmişler! Nasıl da gelmişler bir araya, bu bir mucize değilse mucize nedir peki!
Sonra aradan uzun yıllar geçti. (Hadi, bu bir masal olsun. Masal da bizim hakkımız, biraz postmodernlikten biz de nasiplenelim. Sizi bilmem ama ben gaz lambalarının kerpiç duvarların ince yarıklarından ve pencere pervazlarının çatlaklarından giren esintilerin tesiriyle bir o yana, bir bu yana salınan solgun ve cılız ışıkları altında ürpertiyle korkunçlu masallar dinleyerek büyüdüm, alışığım bunca gerçek dışılığa yani!) Melike’yle Eyüpsultan’a teravihe gittik. Bilmiyorum, on beş yıla yakın bir aradan bahsediyor olmalıyım! Takyeciler ve Tokat Ulu cami anlatısı gibi uzatmayacağım Eyüpsultan bahsini. O, başka zamanlara kalmalı. Belki Nişancı’dan Eyüp Nişanca caddesini takip ederek Eyüpsultan meydanına inen ve fena halde Asiye ablamların Niksar’daki mahallesine benzeyen yolu, sükûnetli mahalle evlerimizi buraya iliştirmeliyim. İstanbul’daki ilk ramazanım da bir mart ayında idi. İki yıl kaldı: Otuz üç yıllık devir nasipse tamamlanacak. O zamanlara bırakalım hikâyenin bu tarafını. Şimdi Melike’yle omuz omuza Nişanca yokuşunu tırmanmaya başlamalı; Kont Drakula ve Ulu camiyi geride bırakarak ve elbette Takyeciler’de Tokat çöreği eşliğinde çay içmeyi hayal ederek…