Edebiyat Ortamı dergisinin 80. sayısının girişinde Mehmet Akif’le ilgili kısa bir değerlendirme var.
Derginin yeni sayısının sunuş yazısında şöyle değiniliyor Akif’e:
“Şeyh Galib, Yahya Kemal, Necip Fâzıl, Sezâi Karakoç geleneğin büyük halkaları idiler.
Gelenek zincirinin bir diğer halkası ise Mehmed Akif’ti.”
Bu gibi değerlendirmeler farklı yerlerde, konuşmalarda, yayınlarda alışıldık bir şekilde ve sıklıkla yapılıyor. O kadar genel geçer bir kanaat olarak kabul edilmiş ki herhangi bir sorgulamayı bile davet etmiyor bu kullanımlar.
Sıralanan isimlere şöyle bir baktığımızda, Akif’in onlarla nasıl bir bağı, öteden beri “gelen/gelmekte olan” hangi çizgiyi tamamladığına ilişkin tatmin edici bir cevap bulamıyoruz.
Şeyh Galib, kabiliyetli bir şair olabilir. Bir yandan Mevlevîlik içinde yer alması, bir yandan sarayla yakın ilişkisi hatırlandığında Mehmet Akif’le hangi ortak ufku paylaşabileceğini sormalı değil miyiz? Mehmet Akif’in Kur’an temelli perspektifi ve “Sürdüler Türk’e ‘Tasavvuf’ diye olgun şırayı / Muttasıl şimdi hakikat kusuyor Sıtkı dayı!” mısralarıyla edebiyatımızda alenî olarak ilk tasavvuf reddiyesi yazan bilinci, böyle bir ortak ufkun oluşmasına mânidir.
Türkçü çizgisi ve kültürel düzeydeki din ilgisiyle tebarüz eden Yahya Kemal’in zaten Mehmet Akif’le yan yana getirilmesi hiçbir şekilde düşünülemez. Bu çerçevede Akif’ten kavmiyetçilik dolayımında vücut bulan ve sert eleştirileri içkin o meşhur mısraları örnek olarak vermeye bile gerek yok. Böyle bir ‘yan yanalık’ hiçbir sûrette düşünülemez!
Necip Fâzıl’ın tasavvuf ilgisi ile Mehmet Akif; Mehmet Akif’in Kur’an temelli İslâmî-siyasî hattının yanı sıra Cemaleddin Afgânî-Muhammed Abduh takipçiliği ile Necip Fazıl hiç yan yana düşünülebilir mi? Necip Fazıl’ın bu isimlere bakışı, bu isimlerin ve Mehmet Akif’in gelenek yargısı herkesçe malumdur.
Sezâi Karakoç, eserlerindeki yoğun tasavvuf temasına rağmen belki dönemsel ve tematik siyasal algıları üzerinden Akif’le anılabilir.
Çok geniş ve derinlikli bir yazıyı hak eder bu mesele elbette ama şimdilik işaret etmekle yetinelim.
Bu genel geçer yargılar, hatalı mütalaaları pekiştirmekten, hakikati eritmekten başka bir şeye yaramıyor.
Bütün kıymetler, o kıymetlerin özgün yanları kaba tasniflere kurban ediliyor.
Akif’in belki daha özgün ve yetkin bir çözümlemesi için Metin Önal Mengüşoğlu’nun “Müstesna Şair Mehmed Akif” adlı eserine bakılabilir.
İstiklal Marşı üzerinden ve Akif’i memleketinden uzaklara süren yeni rejimle evvelen ve âhiren düşünsel münasebetini lâyıkıyla tahlil etmeden varılan hamasî neticeler ıslah çabamıza zarar veriyor, hakikatın billûrlaşmasına mani oluyor. Ulus devlete giden yolun Akif’in idealleriyle hiçbir şekilde muvafık olmadığı açıktır.
Birbirini tekrar eden ve edebiyattan politik alanlara değin kendini tekraren üreten bu çevrimden çıkılmalıdır. Bu tutum yeni, özgün bir söylem üretmediği gibi hakikatin ufkunu da perdelemeye devam ediyor.