“Bahar geldi, gül açtı, ama…”
Bugün miladi takvime göre 14 Mart. Buna göre, her ne kadar “Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır!” denip üstüne üstlük bir de Berdü’l-acûz, yani “koca karı fırtınaları”nın sürdüğü bu ay, aynı zamanda baharın da ilk ayı olarak kabul edilir.
Yani, yaşlı kadından kinaye, insanı aciz bırakan soğukların olduğu aydır mart ayı.
Demiştik ki, miladi takvime göre bugün ayın on dördü. Hem bir de ayın on dördü “dolunay” olarak da bilinir.
Aynı zamanda, ayın on dördüne yuvarlak oluşundan dolayı “bedir” ismi de verilir.
“Ay doğar bedir Allah / Bu sevda nedir Allah / Ya benim muradımı ver / Ya beni öldür Allah”
Hani derler ya, “ay parçası mübarek!”
Bugüne dair bu bilgilerden sonra, eskilerin kabul ettiği üzere Rumî takvime göre bugün baharın ilk günü olarak kayda geçmiştir.
Bunun gibi, o takvime göre, miladî olan her ayın on dördü, içerisinde bulunulan ayın da ilk günü olarak değerlendirilir.
Mart ayında, öteden beri kutlanan nevruz, ya da newroz günü olan 21 Mart ile daha sonraki dönemlerde, 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı yok saymak adına, o gün “bahar bayramı” olarak resmiyette kayda geçmişti.
Burada sormadan edemeyeceğim; madem o gün bayram günüydü de, 70’li yıllarda ve daha sonraki dönemlerde İşçi Bayramı olarak kutlanan bu günde, şiddet neden ve hangi sâiklerle revaç bulmuştu?
Yeri gelmişken soralım; bu revaç bulan şiddet, bayramın mantığını kavrayamamış zihnin birer ürünü olmakla birlikte, o günü, kendisi için fırsata çeviren ulusal olduğu kadar uluslararası küresel güçlerinde işine geliyor, onu kendi âlî(!) menfaatleri için tepe, tepe kullanıyorlardı.
Her neyse…
Biz dönelim mart’ımıza ve bu mevsimin ortası ve sonu olan nisan ile mayıs aylarını da kapsayan bahar aylarına ve onda yaşadığımız güzelliklere!
Eskiden, insanların kahir ekseriyeti, ya kırsal alanlarda ya da henüz kentin o meşum mantığına kurban olmamış, “Medine” olarak kalmış ve medeniyetin neşvünema bulduğu yerlerde yaşarlardı.
Her iki yerin de kendine özgü yapısı ve şartları söz konusuydu.
Yani, kendine ait her şeyiyle şehir şehir, köy ise köydü. Kent her ikisini de kendi cenderesi altına almamış, onları esir kılmamıştı.
Her birinin kendine özgü değerleri, kıstasları vardı; karşılarına çıkan her şeyi mukayese etsinler diye!
Kıstas, yani ölçüp, biçmek çok önemiydi onlar için.
Geriye dönmek, çoğu kez olumsuzluk kalıbı içerisinde değerlendirilir. Yani “gerilik” hiç de iyi olarak değerlendirilmez.
Ama biz geçmişte kalmış nice güzel değerlerimizi ve hassaten de tüm renkleriyle uçup giden, elimizden kayan baharları anmak için geriye dönmeyi, geriye bakmayı deneyelim isterseniz.
Bu konuda geriye baktığınızda, hayatın tüm varlıklarıyla birkaç aylık kış uykusundan sonra tekrardan canlanması demek olan bahar geldiğinde ne güzel düşüncelere sahip olurduk.
Eğer kırsal kesimde ikamet ediyor isek, oraların türlü zahmetine de katlanarak, gelen baharı da kokusunu içimize çeke, çeke yaşamaya çalışırız. Hem de çeşitli çiçeklerin rengine ve konusuna vurularak.
Hani derler ya, “envâi çeşit” diye… İşte o cinsten!
“Bahar geldi gül açtı / Bülbül yerinden uçtu / Şu benim deli gönlüm / Başıma bir dert açtı”
Baharı öyle çok sevmiştik ki, kedilerimize dahi baharlı isimler takardık; İlkbahar, Newbahar, Gülbahar gibi…
Kente değil; oraya ne bahar gelir, ne de bahar yaşanır! Kırsalla birlikte şehirde de baharın tadına doyum olmazdı.
Eskiden şehirlerin büyük çoğunluğunda, şimdiki gibi zemin etüdü gibi depremlerle anılan bilgiler, bulgular yoktu ama yöresine ve coğrafyasına göre, insan hayatı ile uyumlu, çevreye özgü inşâî malzemelerle yapılan, az sayıda birden fazla katı bulunan, çoğu da tek katlı, avlulu ve içerisi çeşitli bitkilerle bezeli, hatta bazı hayvan dostlarımızın da yaşadığı mekânlarımız vardı; Karadeniz’de ahşap, güneyde, doğuda ve İç Anadolu’da; keza Akdeniz’de kerpiç ve taş yapılar; Batı’da da yöreye özgü malzemelerle bezeli konutlar, konaklar, yani dopdolu hayatların yaşandığı asude (dingin) mekânlar… Düz damlı, ya da kiremit çatılı evler, binalar…
Bahar ayı geldiğinde kırsalda dereler taşar, dağlardan gümbür, gümbür iner, ovaya karışır veya bir nehirle ya da denizle buluşur.
Şehirler eğer, dereden ziyade kendisini ortadan ikiye ayıran nehirlerin her iki yanına kurulmuşsa, al sana denizden bir kadraj; Porsuk’un Eskişehir’e, Seyhan’ın Adana’ya, Yeşilırmak’ın Amasya ve Tokat’a ya da Fırat’ın Birecik’e, Dicle’nin Diyarbekir’e kattığı değer gibi…
Denizin belki şehirden daha güzel ve önemli olduğu, örnek vermek gerekirse Boğaziçi’nin İstanbul’a kattığı değeri hesaplamaya çalıştığınızda karşınıza çıkar.
Ne nehri, ne de denizi olan ama buna rağmen yapay ya da doğal gölleri bulunan şehirler de baharda insana huzur verir; yeter ki kuraklığa uğramasın, suları çekilmesin: Bir Van gibi, bir Tuz Gölü gibi… Ha bir de Balıklı Göl’ü, Urfa’yı unutmayalım derim.
Eğer bunların hiçbiri yoksa yani, ne bir dere, ne bir nehir, ne bir göl ve ne bir deniz sahili varsa o zaman insanın kısmetine serinlemek ve “güzele bakıp güzel düşünmek” için, çoğu kez şehrin yanı başında bulunan bir tarlanın kenarına tarımsal sulama için açılmış bulunan artezyen kuyularından çıkan serin suların bir kısmının toplandığı havuz dahi, o görevi layıkıyla görür, görebilir.
Hani yine derler ya, “aynıyla vâki!” İşte biz de hayatımızın geçmiş dönemlerinde bahar geldiğinde, şehirde yaptığımız işlerden fırsat bulduğunuzda; ya öğlen öncesi, ya da ikindi sonrası zamanlarda, o havuz kenarında, denizleri, okyanusları, gölleri ve nehirleri düşünür, dururduk.
“İndim havuz başına / bir kız çıktı karşıma / sevda nedir bilmezdim / o da geldi başıma…”
Onlar az da olsa geçmişte kaldı. Şimdi ise, giderek kente evrilen ve “bir kararlılık içerisinde (!) betona kesen, bundan dolayı da giderek kendi hükm-ü şahsiyetini yitiren şehirde bahara niyet içre mart ayının başladığına şahit oluyoruz, o da çoğunlukla duvarda asılı bulunan takvim sayfalarında! Bir de bakmışız ki, kavurucu sıcaklar başlamış; derede, nehirde, gölde, denizde vedahî tarlabaşı havuzumuzda sular, yükselen sıcaklıkla birlikte buhar olup uçup gitmiş!
“Okurum yazı bilmem / Severim nazı bilmem / Bu kış burada kaldık / Gelecek yazı bilmem”
Yukarıdaki dörtlükte vurgulandığı gibi, mevsim yaza evrilince ondan önce uçup giden baharı beklemek için sonbaharda durup kışta kışlamak gerek.
Kışlamak gerek ki, gelecek olan bahara tekrardan kavuşalım, yeniden hasret gidermiş olalım…
Böylece birbirini takip edip devr-i daim eyleyen mevsimler içerisinde, bünyesi itibarıyla hep bir umut taşıyan bahara bakarak, zalim/Firavunî sistemlerin, yaşanan zulümden kurtulmak isteyen toplumların “haklı” isyanlarına isim olarak seçtikleri baharların, nedense, bir müddet sonra kış’a evrildiği, döndüğü de aynıyla vaki olmaya devam etmektedir; Arap Baharı’nın Arap kışına evrilip sönümlendiği gibi…
Bunlara rağmen mevsim mevsimdir, bahar yine bahardır; kırda da olsa, şehirde de olsa insan! Yeter ki, sistemli bir hinlikte kentleşmeye yüz tutmadan baharları yaşayabilelim bu yeryüzünde!