Ekşi Elmalar

Elma ağacının tepesinde bir-iki elma kalmış. Kendileri düşmedikten sonra onları alabilmek çok zordur. Ağaç zaten narindir; yukarı doğru dalları iyice incelip zayıflar, esner. Hiçbir şekilde tırmanmaya gelmez. “Üç ayak” diye tabir ettiğimiz tırmanma yardımcısı gereç de ortalıkta yoksa tepedeki o bir-iki elma ile bakışıp durulur. Yanlış hatırlamıyorsam ekşi elma ağacı idi. Her iki ucundan basık, çevreye doğru genişlemiş ve yer yer ala, baskın olarak da vişneçürüğüne yakın rengiyle karizmatik bir elmadır ekşi elma. Kendisine yaklaşırken biçiminden ziyade ekşiliğiyle daha onu ısırmadan sizi tesiri altına alır. Ağızlardaki tepkimeye mâni olunamaz.

Niksar’dan İstanbul’a dönüş için son gün olmalıydı ya da bir önceki akşam… Bahçeye, yoncalığa (şimdi daha yoğun olarak cevizlik) son giriştir o. Yaz boyu birlikte olup birbirimize iyice alışmış, ilk gençlik yıllarına gitmişizdir. Tavuğu, alıcı kuşu, çatal eriği, elması, armudu, aşılı fidanlarıyla bağlar güçlendirilmiştir ancak o kaçınılmaz akşam gelip çatmıştır. Son bir ziyaret, kolaçan ediş yüreğinize bir burukluk armağan eder. O hissiyatı bir başkasına tarif edebilmek imkânsızdır. İşte ağacın tepesindeki o son elma(lar) bu son ziyaretin, vedanın nişanesi olarak alınacaktır ama anlattığım nedenlerle iş sarpa sarmıştır. Son çare, bir dal parçasını fırlatıp elmaların düşmesini sağlamaktır. Elmaların yere düşmesi elbette istenen bir şey değildir çünkü ezilen elma kısa sürede yenmezse darbe aldığı yerden çürümeye başlar ama elimdeki dayağı çaresizce fırlattım ancak dayak orada, yukarıda asılı kaldı. Bu bir mesaj olmalıydı, elmaların oradan inmeye niyetleri yoktu. Kendilerine fırlattığım dayak da orada asılı kalmıştı. Artık bir sonraki gelişime o nişane şahitlik edecek, yaşama tutunacak bir neşve daha çıkacaktı ortaya.

Elmaları düşürmek için ağacın tepesine fırlattığım o dayak bir sonraki gelişimde orada asıl değildi. Bıraktığım gibi bulamamıştım. (“Dayak da nedir?” diye sorabilirsiniz. Nispeten güçlü bir dalın âsâya dönüştürülmüş şekli diyelim. Babam, oğlum Sacit için sağlam dayaklar yapar, köyde onlarla gezeriz.)

Pek çok şey, bıraktığımız gibi durmuyor. Nuri Bilge Ceylan’ın “Bir Zamanlar Anadolu’da” filmindeki elmanın bizi peşine takarak içimize doğru yuvarlanması gibi güçlü metaforların kalıcı izleri, benim ekşi elmalarla yaşadığım gerilimde de kendini göstermişti. “Son Akşam Yemeği” gibi bir vedanın senaryosuydu bu. Gerçi yakın bir zamanda tekrar gelecektim, mutlak bir son öngörülmüyordu ama ayrıntılarda bazı sonlar kaçınılmazdı. Bütün heybet ve karizmasıyla her zaman orada, mutfak penceremizin karşısında, çocukluk ve ilk gençlik dimağlarımıza, evdeki büyüklerin hatıralarına otağ kurmuş Hüseyingazi tepesi gibi.

Son iki yıldır Hüseyingazi tepesinin böğründeki yarayı tekrar deşmişler. Yara büyümüş. Sağına doğru genişlemiş. Çam ağaçlarının üzerini, civârı beyaz bir toz tabakası kaplamış. İş makineleri gece gündüz çalışıyor, kamyonların biri gidip biri geliyor. Tislilerin (Tepeye nispetle komşu köyün adı Hüseyingazi’dir ancak biz eski adıyla anarız onu: Tis) bir hevesle yaptıkları bağ evleri de o beyaz toz tabakasına, en çok da yürek daralmasına sebebiyet veren makine ve kamyon gürültüsüne peşinen yenik düşmüş gibi görünüyor.

Bağ evleri ne ki, Hüseyin Gazi’nin mezarı ve Hüseyingazi tepesindeki Roma kaya mezarı da o taş ocağı sûretinde büyüyen yaranın tehdidi altındadır. Talip abinin taş ocağına yakın bağ evine yaklaşan genişleme bir dahaki gidişte Hüseyingazi tepesinin tümden hafızalara havale edilebileceği endişesini doğurmuyor değil. Hüseyingazi tepesi… Çocukluğumuzdaki ilahi kudret… Bir varmış, bir yokmuş…

Olur mu, olur! Neden olmasın! Bu yaz mevsimi Muğla Akbelen direnişi ile geçti. Köylüler, kendilerine analık eden emaneti kararlılıkla savunmaya çalıştılar ama devletin korumasında azgın sermaye çağdaş Moğol istilası örneği sergiledi bir kez daha. Hüseyingazi tepesinin böğründe büyütülen yara da o zihniyetin küçük bir örneğidir sadece. Tokat Akbelen’den Muğla Akbelen direnişine ailecek destek eylemi yapmıştık, Binecek köyü yolu üzerindeki Akbelen (Bizeri) ormanlarına çıkıp. Sanırım son hamle olarak Hüseyingazi tepesine çıkıp Roma kaya mezarının bulunduğu kudretli kayalığın zirvesinden Niksar ovasına uçacağız!

Elma ağacını, Hüseyingazi tepesini, aile büyüklerimizi, kedilerimizi komşularımızı bir sonraki gidişimizde bulamamak endişesi derinleşiyor. Ahmet abi, Vesile teyze birden ayrıldılar aramızdan. Her yaz mevsiminde bir kedimiz ölüyor. Geçen sene “Muhtar” isimli kedimize araba çarpmıştı. Muhtar’ın ölümü beni derinden sarstı. Hâlâ acısı bende tazedir. Kedileri bana sevdiren kediydi Muhtar. Bir gün avluda oturmuş kitap okurken kucağıma fırlamış, uzun uzun oturmuştu. Ben de ilk defa bir kediyi uzun uzun sevmiştim. Bu sene de öksüz ve yetimlikten annemin ilgisiyle büyüyen, anasız ve babasızlığı bizim sevgimizle aşmaya çalışan beyaz kedimiz öldü. Ölü bedenine bakıp zehirlendiği kanaatine ulaştık. Garip gelip garip gitti, isimsiz.

Bütün ölümler âni midir? Bilemiyorum ama hiçbir şey yok gibi görünürken ölümün gelebiliyor olması gardını düşürmüyor mu insanın? Düşürüyor. Yaş da artık elliyi tamamlamaya birkaç adım mesafede ise çok daha fazla düşündürüyor. Bu yaza kim ölecek, kim kalacak? Hangi ağacın, hangi dağın ömrüne kast edilecek?

“Bir Zamanlar Anadolu’da” filminde Nuri Bilge Ceylan yiten insanı arıyordu yuvarlanan elmanın peşinde. “Ahlat Ağacı”nda o insanla birlikte uzak kadraja soktuğu tabiata tahakküm eden sermaye siluetleriyle başka bir yitişi işaret etmeye çalışıyordu. Şimdi “Kuru Otlar Üstüne”sini beklerken yine başka bir “bıraktığı gibi bulamama” ile karşılaşma endişesi içindeyiz. Her tarafımıza kamera kurulmuş, endişelerimizin filmini çekiyor, sonra festivallerde gösterime sokuyorlar. İşte o yüzden Hüseyingazi tepesini pek çok kez filme aldım. Senaryom harika. Tedbirli olmalıyım; üst üste kaybedişlere kim dayanabilir?

Babamdan rica ettim, birkaç servi kavak büyüttü benim için. “Ahmet çok seviyor, onun için büyütüyorum bunları.” diyormuş anneme sık sık. Annemin gözleri sevgiyle parlıyor. Servi kavaklar, adresi belli çocukluğuma doğru uzuyorlardı evimizin önünde, yol boyunca. Ev inşaatı için kestiler. Hüseyingazi tepesinin böğründeki yaranın bir benzeri de bende saklıdır o yüzden, kimse görüp de bilemez. Haliç kenarlarında, Balat’tan Silahtarağa taraflarına doğru yaşlı servi kavaklar vardır. Onları her görüşümde o yara biraz kımıldar, Hüseyingazi’ye tırmanır.

Sermaye serviyi ne bilir! Şiir mi okumuştur, içinde sevgiye dair bir kırıntı mı vardır! Yoktur elbette. O yüzden şeytanın mümessilidir. Akbelen’de orman katleder, Niksar’da taş ocağı olup Hüseyingazi’nin böğrünü deler. Başka yerlerde bambaşka kötülükler eder. Ehli, takipçisi bilir.

Kendi kendimize, yine “Ahlat Ağacı”nda beyan olunduğu gibi “İnsan biraz da zamanın içinde süzülmeli, iyi ve kötü anıları birbirine karışıp belirsizleşmeli ve silinip gitmeli!” der, bağrımıza taş basıp yas tutarız. O elma gibi talihimize doğru yuvarlanırız lâkin yağmaya, talana, katliama gelemeyiz.

Seneye gelirim, ekşi elmayla yine halleşirim. Bilinmez ya; kurur belki ekşi elma, hatıralarını kalbime gömerim. Vesile teyzeyi tereyağı sürdüğü ekmeklerini oğlu, çocukluk arkadaşım Salim’le birlikte yerken hatırlarım; Ahmet abiyle anılarımda top oynarım ama Hüseyingazi’yi kemiren, Akbelen’i kurutan kötülüğü nasıl görmezden gelebilirim!

(Belki devam ederim.)

Etiket(ler): , , , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın