Çamiçi Yaylasının ormanları, eşsiz çam ağaçları, mütevazı dereleri deyince hatırıma muhakkak Kaşıkçı köyüne değin ulaşan patika istikametinin gelmesini, bu mıntıkanın ara ara belleğimi ziyaret edip durmasını anlamaya çalışırım sürekli.
Bu yoklamaların elbette dayandığı bir zemin vardır ya da zeminler… Buradan belki ilgisiz kabul edilecek bir sıçrama yapıp aynı mekânı sonraki dönemlerin zihnime kazındığı imaj ve şahıs kadrosuyla da hatırlayıp duruyorum: Furkan Cıbıl, Zehra ve diğer öğrencilerim.
Kaşıkçı köyünün patika istikameti dolayımındaki hatırlayışların tamamen mekânla alakalı olduğunu şimdi anladım. Demek ki Halil Toprak bu mevzu ile boşuna uğraşmıyormuş! Mekân, derinlemesine yer etmiş olmalı belleğimde. Yayladan, bizim evlerin olduğu mahalleden kuzeybatı yönüne doğru yine de bir araba yolu/tekerlek izleri takip edilerek gidiliyordu dereye kadar. Dereye yönelen bir eğim başlıyordu. Derenin diğer tarafına doğru kayalık yüzey bana köyümüzde, hemen evlerimizin önünden geçen asfalt yolu çağrıştırmıştır. Köyümüzdeki, Erzurum üzerinden İran’a varan asfalt yolla bu kayalık yüzeyin zihnimdeki zorunlu birlikteliği beni yoruyordu. Bu yorgunluğa sebep, bir yol olarak kabul etmek istediğim kayalık yüzeyin hemen az ilerde kesintiye uğramasıydı. Hâlbuki köyümüzden geçen yol kıvrımlanarak ilerlerdi. Yol imgesini tamamlayan bir parça olarak Kaşıkçı köyü halkının at ve eşek sırtlarına yükledikleri -katırlar da vardır mutlaka- ve tam pekiştirilmemiş kozak çuvallarını Niksar’a götürüş görüntüleri zihnime hücûm eder.
Yeri gelmişken, bu kozak çuvallarının gevşek görüntüleri, kuru çam dallarıyla havan misali dövülerek pekiştirilmemiş hâlleri bizi rahatsız ederdi. Acaba bu işten bir sahtecilik kokusu mu alıyorduk? Ah Niksar’ın zavallı çarşı halkı! Yoksa amcamların ailesiyle birlikte çıktığımız kozak seferlerindeki titizliğimizi kendi kendimize ödüllendirmeye çalışan zihinsel bir zorlamaya mı muhataptık? Kaşıkçı köyü halkının bu kozak çuvalları ile seyreden ticari serüveni yıllarca yayla hayatımızın tedirgin edici güçlü zorbalıklarından biri olmuştur.
Kaşıkçı köyü tarafına doğru yayılan kayalık yüzeyde, pırıl pırıl akan derenin eşsiz suyuyla kaynayan kazanlardan çıkan çamaşırların tokaçla dövüldüğü uğraşın orta yerinde annemler vardı. Annemler, yani komşu teyzeler, ablalar, akrabalar, çocuklar, çamaşır şenliğinin yürütücüleri… Kazanlar kaynamaktadır, elbette herkes için yiyecekler vardır ve çocuklar öyle orta yerde, derenin kocaman kazanlarda kaynatılan o eşsiz, pırıl pırıl suyu başlarına dökülerek yıkanacaktır. Anneler orada, o şenliğin eşsiz vâr edicileri olarak hâlâ zihnimde yaşamaktadır.
Mekânın bütün şahısları toplayıcılığına vurgu yapmıştık ya, buna kanaat getirmemek mümkün değil. Bakıyorum da, aynı mekâna şimdi birçok kişi akıyor. Mekân insanları topluyor. Rahmetli Ali Hoca amcam ve hanımı yengem, Emine ablam, son dönemlerde güçlü bir şekilde rahmetli Mahmut eniştem, TOKAD derneği olarak pikniğe gittiğimiz arkadaşlar, yine Tokat’tan az önce bahsettiğim bir minibüs dolusu öğrencim… Hepsi o derenin etrafında, eşi-benzeri bulunmaz Çamiçi Yaylasının çamı ve çayırıyla bütünleşerek boy veriyorlar.
Tokaçlar inip kalkıyor, çocuklar başlarına kaynar sular döküldükçe feryat ediyor, mangallar yanıyor, semaverler kaynıyor, kozak çuvalları kuru çam dallarıyla dövülerek pekiştiriliyor, arkadaşlar misafirlerle hararetle Arap baharı sürecini tartışıyor, bütün bu hengâmenin ortasından belirsiz siluetler hâlinde Kaşıkçı köyü halkı hayvanlarıyla gevşek kozak çuvalları taşıyarak geçiyor ve birden bir sessizlik iniyor. Sûretler kayboluyor ve orada, öyle yakıcı bir ıssızlıkla baş başa kalıyorum.
Feleğin ettiği en büyük zulümlerden biri bu olsa gerek!