Sanırım iki ay önce Mustafa Kutlu, İstanbul’u gezmeye nereden başlanacağını cevaplamıştı Dergâh dergisinin arka kapağında. Eyüpsultan semti başlangıç olarak alınmalıydı ona göre. Adnan Özer de Mızmız dergisinde benzer temayı işliyor bu ay ve Horhor-Aksaray arasını merkeze alıyor.
Peki, onlarca irili ufaklı şehir ve kasabanın benzer hikâyesini kimler anlatacak?
Elbette vaktiyle Beytullah Önce’nin Tasfiye’nin ilk sayılarında “Tokat Şehri Notları” diye yayımladığı yazıların benzerleri Malatya’dan Çorum’a, Samsun’dan Kütahya’ya, Kars’tan Mardin’e yerelde yayın yapan gazete ve dergilerde çıkmıştır. Bilmiyorum, belki de kimilerinde çıkmış, kimilerinde çıkmamıştır. Hele ki ülke geneline hitap eden dergilerde ancak gezi yazısı sûretinde, hâriçten bakışlarla şöyle bir görünmüşlerdir.
Meselâ Tokat’ı veya Niksar’ı gezmeye nereden başlamalı?
Derinlemesine gözleme dayalı ayrıntılı bir seyir defteri nasıl çıkarılabilir? Bu nasıl yapılır ya da yapılırsa alıcısı olur mu?
Sanatçının duyarlığı ile okuyucunun merak ve ilgisinin kesişebileceği kavşakların sayılarındaki yükseklik bunun mümkün oluşu hakkında bize birtakım ipuçları verebilir. Bilen bilir ki Maden, dağın sırtına yapıştırılmış küçük bir şehirdir. Şehir midir, emin değilim. Kasaba denilse daha hakkaniyetli olur ama bir ilçedir. Elazığ’dan Diyarbekir’e doğru vadiler içinde süzülerek giderken, şöyle sağ tarafınızda birden beliriverir Maden. Az evvel dediğim gibi, dağın sırtına yapışmış ya da yapıştırılmış olarak!
O Maden’e bakmadan geçip gidebilirdiniz. Başınızı yukarılara kaldırmasaydınız bir gayretle o kasabayı göremezdiniz. İşte o Maden’i gezmeye başlamaya dâir kafanızda bir haritalama çalışması muhtemelen hiçbir zaman gerçekleşmeyecek.
Nereden açıldı şimdi bu Maden bahsi? Neden kıyıda-kenarda kalmış başka bir kasaba değil de Maden? İşte bu Maden, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Antalyalı Genç Kıza Mektup” adlı metninde çıkar birden karşımıza. Sanki Tanpınar da aşağıdan, vadiden geçip gitmekte olan yolcunun hissiyatını yinelemek ya da önden kayıtlamak istemiştir. Yolcunun sağ tarafta, dağın sırtına, yamaca yapıştırılmış bir kasabayla birden karşılaşması gibi okuyucu da Maden’le birden karşılaşır Tanpınar’ın o metninde:
Ergani madeninde üç yaşımda iken bir gün kendime rastladım. Çok karlı bir gündü. Ben, sıcak ve buğulu bir camdan karla örtülü bayıra bakıyordum. Sonra birdenbire kar tekrar yağmaya başladı. Bir çeşit lezzetli bir hayranlık içinde kalmıştım. Bu anı her karlı günde hatırlar ve yağmasını beklerim. (Tanpınar’ın Mektupları, Haz: Zeynep Kerman, Dergâh yay. 2013, s. 316)
1904 yılına tekabül eden bu temas ve Maden’in mühim bir yazarın meşhur bir mektubuna girişi yaşamın asla kestirilemez cilvesidir.
Maden bahsine uyan başka örnekler edebiyat tarihinden çekilip çıkarılabilir. Belki Maden için başka bir yazı üretilmese de Tanpınar’ın bu cümleleri onun dünya döndükçe anılıp durmasına yetecektir. Hele de bir yazarın o “üç yaşında kendine rastlaması” vurgusuyla birlikte anılmak çok fazla şehre, kasabaya nasip olmayacaktır.
Maden’in talihi, bütün yoksunluklarına rağmen böyle bir karşılaşma ile dönmüştür ama bir de Selamsız kasabası örneği vardır, Şener Şen’in unutulmaz sinema filmi ile hayat bulan… Selamsız kalmak ölmekten beter bir hâl olsa gerek! İşte, yaşayıp yaşamadıkları belli olmayan o selamsız şehir ve kasabaların nereden gezmeye başlanacaklarını kimler yazacak? Bu yazılanlar bütün bir ülkenin hatta dünyanın ilgili edebiyat bağlıları tarafından nasıl takip edilecek?
Tokat’ı ya da Niksar’ı gezmeye nereden başlanılacağı ve güzergâhların nasıl seyredeceği bu durumda sonraya kalmış oldu, değil mi?