Yokuştan İnerken – Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

istanbul’un bazı geceleri, sisler içinde bir aydınlıkta son bulur. ağır adımlarla yürürken bu gecenin ne kadar beyaz ve ışık dolu olduğunu düşünüyordun. beyaz ama temiz değil, ışık dolu ama bulanık… kaldırım kenarında sıra sıra yükselen sokak lambalarının aydınlattığı nem, yüzünü sarıyordu. ıslak ve yapışkan olan bir hissi hatırlamaya çalışıyordun, belki bir sıkıntıyı. final zamanı sabaha yakın kollarını sızlatan işte ya da yürümekten çatlayan tabanlarını geceleyin yatakta yakalayan bir sıkıntıyı… bu gece, ağır adımlarla yürürken şehri yaşamanın ne demek olduğunu soruyordun ya da bir sabah daha dünyaya neden uyanman gerektiğini.

turnikeye kartını basarken, boşluğun içinde, ağaçların titreşen yapraklarına sarılan o metalden sesin yankısı mideni bulandırıyor. oldukça mavi bir ışık yakıyor göz kapaklarını. yankılar içinde yanıp sönüyor, yanıp sönüyor, yanıp sönüyor yaşamın. böyle koyu ama rahatsız edici bir mavi bu. onun geceleri, boğaz’ın ıslak resimlerine benzemiyor. kulaklarında nice eylemler yankılanıyor. başını döndüren bu inanca sarılmak istiyorsun. bir keresinde insanların ölümüne tahammül edemedin diye haykırdığın eylemde, polis yüzüne azılı suçlu gibi bakınca şaşırmıştın hani. yolunu şaşırır gibi olmuştun. yatağına uzanıp da o eski, gülen fotoğraflarına bakınca aslında o kadar da kötü bir insan olmadığına tekrar inanmıştın. başını döndüren bu inançlara sarılmak istiyorsun.

yokuşun tepesinde, inmeye hazırsın. denizi her yere ulaştırır gibi uzayan bütün köprüleri görebiliyorsun. oysa bilmeyecek ne var, ne asya avrupa’ya; ne avrupa asya’ya hiçbir zaman değmeyecek. ilk defa bir balkan gecesinde düşünmüştün bunu, belki on yedine yeni varmıştın. mostar köprüsü’nün hristiyan mahallesinde, sivaslı bir dilenciyle karşılaşmayı hiç beklemiyordun. idemo tugo niz rijeku dole, dole sad rane manje bole. aynı şarkıları söyleyen insanların neden ayrı devletleri olduğunu anlamadın. hatta devletin kim olduğunu… yani diğer tarafının müslüman mahallesi olması, hiçbir dayanışmayı sunmamıştı ya sana. belki küçük hayatında ilk defa, bedeni ruhundan ayrılırmışçasına dans eden ve içki deviren delikanlılara nasıl heveslenmiştin. ah be oğlum, yaşama yalnızca kafanı gömebilseydin… anladın ki bir kere soru sordun mu, geri dönüşü yok bunun. öyle ya, zihninin acımasızlığında ezilerek ahşap osmanlı evleri arasında hangi zulmün daha aziz olduğunu düşündün. dar ağaçları da bilmem kaç yüzyıllık saray duvarlarına devrilip durdu. padişahlar, krallar, halifeler, sultanlar… şimdi bile boğazını iyice sıkan bu hayaletlerin hangisinin eli daha az kanlı olabilir?

soğuk bir geceydi, aynı bugünkü gibi. mostar’ın bile hiçbir mahalleyi birleştiremediğini hatırladığın, aynı bu gece gibi nefesin buz kesmişti. küçük etiketler yapıştırıyordun sokak lambalarına. birilerinin görmesini ümit etmiş miydin: tevhid, adalet ve intifada şiarıyla; 1 mayıs’ta alanlara! şüphesiz görmesini, farkında olmadan ümit ettiğin gece bekçisi değildi. geceyi bekleyen seni de beklemişti. “şşt, oğlan!” diye seslendiğinde şapkanı kafana geçirdin hemen. allah tanısa yeter, diye düşündün belki. korkunu saklayarak kuzey meydandan yurda doğru koşmaya başladığında, geri zekalı seksenlerde misin sanki sana mı kaldı, diye söylenmeyi de eksik etmemiştin. nihayet yurdun koca ahşap kapısının arkasına diz çöküp saklandığında bir gülme almıştı seni. bekçinin, böyle 1 mayıs afişi mi olur, dediğini uzaklardan duyar gibiydin.

yokuşu iniyorsun. küçük etiketlerin izini bile göremediğin direkleri geçiyorsun. ayakların, parmak uçlarına kadar sızlıyorsun. yatsı ezanı da okunalı epey oldu. gidecek bir evin olsaydı belki böyle geç kalmaz, öyle sızlamazdın. ya burnunu sızlatan… eski zaman hikayeleri mi keskin toprak kokusu mu yoksa? dostunun, aşir’in sözleri geliyor aklına. ağırlığı adımlarına karışıyor. “diasporada bir baba, üçüncü kez yerinden edildiğinde ne yapar said? nane eker.” kimisinin kıyamet ânında diktikleri naneymiş meğer. yutkunarak cevap vermek istemiştin. “çünkü insan toprağını da götürür gittiği yere.”

birçok ayrılık hikayesinin altında eziliyorsun. nihayet köşede tebessümle sana bakan aşir’i görüyorsun. fakat ona yaklaştıkça sanki gizli bir el seni toprağa daha fazla gömüyor. bir an her şey yerini kaybediyor zihninde. dünya senin etrafında dönmeye başlıyor ve küt! midenin ve aklının boşluğuyla işte yerdesin.

ayrılık şarkıları söylemek istiyorsun, ağız dolusu küfredip veda etmek en sonunda. yine de çekiştirildiğin omuzundan tekrar dünyanın ortasına düşüyorsun. varmak istiyorsun, varamıyorsun. ölünü bile sevmiyorlar, zaten ölemiyorsun. sabahtan ağzına bir lokma girmemiş, bütün mesele bu. ayağına takılan taşla göz göze geliyorsun. hayatın bir şakasına güler gibi, yattığın yerde bir güzel kahkahaya boğuluyorsun.

konuşuyorsun. koşuyorsun. düşünüyorsun. düşüyorsun. içine yürümeye çalıştıkça başın daha da dönüyor. mesele seni ayakta tutacak bir gücün olması değilmiş. sen hep ayaktasın. dimdik dururken değil tutunacak, dokunacak hiçbir dünya mefhumu kalmamış. saniyeler geçerken fark ediyorsun, zaman zaman şairler çok haltlar ederler. bir keresinde cevap vermek istemiştin. zaten rabb bellemeyecektin de, sanki düşerken tutunacağın tuğla bile hiç var olmamış. kime diyebilirsin?

beş karış yayılmış betona, bulanık da olsa en azından göz kapaklarının arasından gökyüzünü görebildiğini düşünüyorsun. sayısız kelime geçiyor zihninden. boşluğa kavuşamayışına lanet okuyorsun. sadece düşmek ve kalkmak istiyorsun ama yine sana koşan aşir’i, ayak seslerinden tanıyorsun. kesik kesik, bir ton sayıp savuşturmalarını dinliyorsun. bileğinden tutup kalkarken en çok da alaya aldıklarını seçebiliyorsun: “neticesini biliyorduk. hadi ama dostum, göğsün nane kokuyor. bir sıcak da çay alırız. dayan biraz.”

Etiket(ler): .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın