Doksanlarda, başta TRT olmak üzere, muhafazakâr kesimin severek izlediği bir kanalda belli günlerde dizi filmlerle birlikte “Film Kuşağı” vb. akışı içerisinde birçok yabancı menşeli film gösterimi olurdu.
Biz de, zaman bulduğumuzda, adı geçen kanalda gösterilen filmleri izlemeye çalışırdık.
Aradan epey zaman geçtiği için olsa gerek, o filmlerin ve dizilerin büyük bölümünün isimlerini hâliyle unuttuk ama vermek istedikleri mesajları ve üzerimizde etkisi olan birçok kalıcı durumu ise hâlâ yaşıyoruz desek, abartılı davranmış olmayız.
İsmini unuttuğumuz ama etkisini hâlâ üzerimizde hissettiğimiz filmlerden birisi, Fransız-Mısır ortak yapımı olan; Fransız ve Mısır sinemasının önemli isimlerinin görev aldığı ve konusu ise, başta dinî alan olmak üzere ulusal kimlik üzerinden Siyonizm’e sıkı sıkıya bağlı olan ve aynı zamanda Mısır-Fransız çifte vatandaşı olan ve Fransız ekonomisinde bir hayli etkisi bulunan Yahudi bir iş insanının, sürekli ve dönemsel olarak çevresinde bulunan insanlarla ilişkisini anlatan bir filmdi.
Nasıl olmuştu da vatandaşları olduğu her iki devlet (Mısır ve Fransa) kendi vatandaşları olan; Fransız ekonomisine direkt, Mısır ekonomisine ise dolaylı destek çıkan, esas yardımı ise Siyonist olduğundan dolayı İsrail’e yapan bir iş insanının hayatına dâir bir film yapılmıştı?
Burada, elbette o dönemin kendine özgü şartlarında, Yahudi olduğu için değil, bilakis Siyonist olduğundan dolayı bir insanın, öncelikli aşkı olan paraya ve dünya hakimiyetine dair ilgisini tahkire yönelik tavrını ve o tavrı “ti”ye alacak hâlleri yoktu ve olamazdı da!
Geriye bir tek şey kalıyordu, o da yönetimleri açısından Siyonizm’e, dolayısıyla İsrail’e, dünyayı elinde tutan Yahudi/Siyonist diasporaya ve oradan da ABD emperyalizmine karşı bir aşağılık psikolojisi içerisinde hareket etmek kalıyordu.
Biz dönelim filme ve verilen/alınan mesaja… Film, içerisinde başta Ezher Üniversitesi olmak üzere Mısır’ın Kahire Üniversitesi gibi önde gelen eğitim kurumlarında çeşitli alanlarda ders veren bir grup akademisyen, din âlimi, eğitimci, hukukçu, bizim Siyonist “iş insanı” ve birtakım umutlarla, o da Mısır devletinin verdiği izinle Fransa’da iş bulma gayesiyle oraya işçi olmak için giden beş-on kişiden oluşan kafileyle Kahire-Paris seferini yapmaya çalışan bir uçağın havaalanından kalkışı ile başlıyor.
Film, tabii ki de hem Arapça ve hem de Fransızca yazılı jenerik sayfası ile başlayıp Türkçe alt yazılar ile de izleyicisinin ilgisini çekerek başlıyor.
Havalanan uçak, kalkışından bir müddet sonra daha Akdeniz üzerine varmadan, oluşan bir arızadan dolayı Mısır ile Libya sınırında, sınırın Mısır tarafında çöle iniş yapmak zorunda kalıyor.
Film, anlaşıldığı kadarıyla birçok açıdan soğuk savaş dönemimi yansıttığına bakıldığında altmışlarda çevrilmiş izlenimi veriyordu izleyicilere.
Bundan dolayı, uçağımız dönemin teknik açıdan birçok eksikliğini bizlere çok güzel bir şekilde yansıtıyordu.
En azından, daha o dönem kara kutu gibi aparatlar henüz icat edilmediğinden olsa gerek, uçağın çöle düştüğü haberi Kahire’ye çok geç ulaşmıştı. Bu durum film, yani senaryo icabı da olsa, bir gerçeği yansıtıyordu. Kara kutu hak getire!
Olaydan üç-dört gün sonra bir teknik ekip, çöl yerine intikal etmiş ve uçağın düşüş sebebi araştırılmıştı.
Teknik ekibin henüz olay mahalline teşrif etmediği o üç-dört gün içerisinde, o da “ne olur, ne olmaz” düşüncesinden hareketle uçağa, kalkışından önce yolcuların beslenmesi için bir miktar yiyecek ve içecek depolanmıştı.
O yörenin insanı olan büyük âlim İbn Haldun ne demişti: “Coğrafya kaderdir!”
Ondan olsa gerek, bu çöl ikliminde tedbirli olmak gerekirdi.
Maazallah uçak ya düşüp yolcusu çölün derinliklerinde yolunu şaşırsa ya da bir ihtimal denize düşse; bir yanda çöl, bir yanda ise deniz ki, tedbir almadan olmaz!
Neyse ki uçak, ulaşılabilecek bir yere düşmüştü. Buna da şükür. Bir de olay mahalli, hurma ağaçlarının ve suyun bol olduğu, yeşil bitki örtüsüyle kaplı bir vahaya çok yakındı.
Vaha, çölün ortasında bir kurtuluş adası gibiydi.
Ama onun bu özelliği uçağın tek Siyonist yolcusu olan çifte vatandaş iş insanına yaramıştı dersek, hem de senaryoya uygun davranmış olurduk!
Uçak, düşünce, daha doğrusu çöle mecburi iniş yapınca, yolcular birer birer dışarı çıkmışlar ve çölün sıcak yüzüyle karşılaşmışlardı.
Anlaşılan, burada birkaç gün kalacaklardı zira uçağın düşüş (iniş) sebebini bilmek ve onu düştüğü yerden kaldırmak ve yolcuları da sağ salim Fransa’ya ulaştırmak epey zaman alacaktı.
Bu birkaç gün, uçakta bulunan yiyecek ve içecekler vasıtasıyla beslenme işi tamam olsa da burada zaman nasıl geçecekti? Bu önemli bir konu idi!
Onun için, yolcuların arasında bulunan birkaç din âlimi, akademisyen, eğitimci, hukukçu vb. seçkin insanlar, belki de işlerinin ve mesailerinin yoğunluğundan dolayı -isteseler de- hiçbir mekânda bir araya gelip fikirlerini birbirlerine sunamamışlardı.
Bu durumu fırsat bilip fikir teatisinde bulundular.
Mekân, pek konforlu olmasa da düşen dev uçağın gölgesinde ve çölde yere bağdaş kurup oturmak suretiyle entelektüel bir çabanın içerisine girmişlerdi.
Bilenler, Mısır’ın Ortadoğu’da ve İslam dünyasında ilim alanında var olan ağırlığını bilir.
O ağırlığın içerisinde sadece Siyonist vatandaş ve Fransa’ya işçi olarak gitmek isteyen bir avuç genç yoktu.
Neden acaba? Neden olabilir, böyle bir davranış şekli? Tamam, anlaşılır bir durumdur, bilgi seviyesi ilk eğitimle sınırlı olan o gençlerin, öyle düşünce gerektiren, felsefe bilmek icap ettiren entelektüel ve akademik seviyesi, konuşulanları idrake imkân vermemiş olabilir ama ya o Siyonist iş insanı, niye bu gruba dahil olmamıştı?
Sorular ve sorular…
O, bu boşboğaz (!) insanların bitmek bilmeyen tartışma ortamına dahil olmaktan ziyade, tipik refleksiyle hareket ederek biraz ileride bulunan vahalık alanda kendine, kesilmiş bulunan hurma ağacının arta kalan malzemelerinden, liflerinden bir korunak yapmış ve orayı inşa ettiğini kimseye anlatmamıştı.
O, bu çöl ortamında kurtulana kadar bu korunakta kalıp, onun gölgesinde gölgelenip çölün yakıcı güneşinden korunacak ve sahibi bulunmayan bu hurma ağaçlarından hurma koparıp yiyecek ve bir miktar da hurma toplayıp onları, orada ihtiyacı olana bir ücret karşılığında satacaktı!
Tam bir eski dönem tüccarı mübarek!
Ama bu korunağı tek başına yapamazdı. Onu, toplayıp stokladığı hurma karşılığında çalıştırmayı düşündüğü işçi adayı (!) gençlerin katkılarıyla inşa edecekti.
Zira onlar zaten işçi olarak Fransa’ya gitmeyecekler miydi? Ha orası, ha burası! Ne fark ederdi ki…
O, gençleri çağırdı ve onlara bu işi teklif etti. Onlar da kabul ettiler. Çalışmalarının karşılığında, her öğünde yiyecekleri kadar hurma alacaklardı. Hurmanın çoğu ise ona kalacaktı. Zira işi o düzenlemiş ve işsiz gençlere iş imkânı sunmuştu!
Kim kabul ermezdi ki böyle bir “yağlı” teklifi…
O gençlere bir de eğer kabul ederler ve Fransa’ya da sağ salim ulaşırlarsa, onları kendi iş yerinde iş verip çalıştırabilirdi. Ama bazı şartları vardı onlardan. Çok fazla bir ücret talep etmeyecekler ve ne olursa olsun Siyonizm ve İsrail aleyhinde konuşmayacaklardı.
Onlar da bu teklife şimdilik “evet” dediler ama “Hele bir vakti, zamanı gelsin, biz de ne yapacağımızı biliriz!” diye içlerinden birçok düşünce de geçirip durdular. Bizim “çok bilmişlerimiz” ise onca tartışmadan ve güneşin de yön değiştirmesinden sonra yorulmuş ve beslenmeye ihtiyaç duymuşlardı.
Uçakta birçok nevale vardı var olmasına ama taze hurmaya da “Hayır!” denilmezdi. Onlar da para karşılığında bir miktar hurmayı Siyonist tüccardan satın almışlardı.
Derken, birkaç gün içerisinde bir teknik heyet çöle vâsıl olmuştu. Onlar uçak ile ilgili denetim ve çalışmaya başlamışlar ve aynı zamanda, onları peyderpey oradan alıp uygun bir yere götürecek olan bir helikopter, orada bulunanları gruplar halinde taşımaya başlamıştı.
Herkesin gideceği bir yeri vardı ve oraya gitmek için sabırsızlanıyorlardı. İçlerinden birisi, “Bu çöl ortamında kendine hurma dallarından bir korunak yapan Yahudi tüccarın Fransa’ya gitmesine gerek yok!” diyerek bir espride bulunmuştu.
Bu lafa içerleyen çifte vatandaş da esprili bir şekilde, “Biz, kendi ideallerimiz uğruna her zaman ve zeminde hareket eder ve uygun davranışlar ortaya koyabiliriz. Bugün burada kendime korunak yapıp hurma topladım. Orada güneşten korundum ve sattığım hurmalardan da epey para kazandım. Siz ise, entelektüel laklak yapıp güneşin altında kavruldunuz.” cevabını vermişti.
İsmini unuttuğumuz o Fransız-Mısır ortak yapımı filme dair aklımızda kalanlar bunlar. Umarız mesaj alınmış oldu.