İsmini duymuş, Kürtçeden Türkçeye çevirdiği birkaç eser ile gazetelerde yayımlanan yazılarını okumuştum.
Kendisiyle tanışıklığım bu kadardı.
Yine, özelde Kürt edebiyatı, genelde ise Türk edebiyatı ile ilgili okuma ve yazma uğraşısı ile “bitmesi gereken” Kürt sorununa yönelik çabalar içerisinde olduğunu uzaktan da olsa gözlemliyordum.
Bendeniz, hasbelkader ana dilim Türkçe ile “en yakın yabancı dilim” olarak tanımladığım Kürtçe kaleme alınmış, çoğunluğu itibarıyla şiir ağırlıklı eserleri okumaya çalışmıştım.
Bunlardan birisi, Exmed é Xanî’nin, Kürt çocuklarına, o yaşlarda Arapça öğretme maksadıyla karşılıklı olarak Kürtçe ile birlikte Arapçayı da öğretme sadedinde bulunan “Nubar” ya da “Nubahar” adlı manzum eserini birkaç kez okumuştum. Hâlâ zaman zaman elime alır, pürdikkat okurum. (Dikkat edin lütfen! Bu kelimedeki “pür” eki Kürtçedir; pır, yani “çok” anlamında.)
“Bismîllahî’r-Rahmanî’r-Rahîym Mebdeê her ilmekî navê Elîym / Hemd û sena û şükrani Ji bo vîy Xaliqê Rehmani / Ku fesahet û beyan daye lisanê Lisan daye insanê”
Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla! Her ilmin başlangıcı Alim Allah’ın adıdır. / Hamdler, övgüler ve tüm şükürler ona! Çünkü O, merhamet eden yaratıcıdır. / İnsana dili veren zaten O’dur! Lisan ki, fesahat ve beyan aracıdır!
Ne de akıcı bir dil değil mi!
Ondan sonra 20. yüz yılın büyük Kürt şairi Cegerxvîn’in (Cigerxun; ciğeri yaralı, kan bağlamış) birkaç kitaplık “divan”ına ait bazı ciltlerini de zaman içerisinde okumaya çalıştım; Diwan a Yekem vb.
Yukarıda bahsetmeye çalıştığım kişi, yazar Muhsin Kızılkaya idi.
Onu, daha çok Mehmed Uzun’un eserlerini Kürtçeden Türkçeye çeviren kişi olarak tanımıştım.
Epey zaman sonra, yazılarını Haber Türk adlı internet sitesindeki yayımlandığını öğrendim. Elden geldiğince, o yazılarını şimdi de okumaya çalışıyorum.
Kürtçesinin iyi olduğunu düşündüğüm için, Türkçesinin de gayet iyi olduğunu yazılarından öğrenmiş oldum. (Demek ki insan, ürün verdiği yabancı bir dili en az kendi ana dili kadar iyi bilmeli!)
Kaleme aldığı bir kitabını okumak hiç aklımda yokken yılların yayıncısı, değerli insan, Beyan yayınları sahibi Ali Kemal Temizer, en son kendisini ve değerli çalışma arkadaşlarını ziyarete gittiğimde, belki de “benim şansıma” yeni çıkan kitaplardan, o da benim okuyacağım bir-iki kitabı bu fakire hediye ettiği gibi Muhsin Kızılkaya’nın, yine Beyan’dan çıkan “Yolun Bittiği Yerde” adlı; büyük oranda yazarın memleketi olan Hakkari’yi anlatan yazılarından oluşan eserini bana hediye etmişti.
Eseri birkaç gün içerisinde okudum, notlar aldım ve onunla ilgili bir değerlendirme yazısı yazmaya karar verdim
Muhsin Kızılkaya’nın eserini okurken, birçok konuda çarpıcı benzerliklerimizin var olduğuna şahit oldum.
İkimiz de, farkı coğrafyalarda sol hareketlerle tanışmış, farklı şekillerde devrimci derneklere gidip gelmiş, (Ben, eğitimci bir yakınım vesilesiyle 12 Eylül öncesinde şehrimizde bulunan TÖBDER’e gidip gelmeye başlamıştım!) oraların “devrim kokan” havasını teneffüs etmiş; İspanyol paça pantolon, uzun yaka gömlek, üzerine yelek giymiş bir şekilde elde dergi, gazete ve kitaplarla insanları devrime çağırmışız! (Kırk küsur yıl sonrasından baktığımda “iyi etmişiz” diye düşünüyorum. Onları muhafazakârlığa, milliyetçiliğe mi çağırsaydık!)
O, kendisine okunan “antiemperyalizm” başlıklı sosyalist bir devrimi önceleyen bildirileri daktilo etmiş; ben de kaleme alınıp yazılan o tür bildirileri -dönemin son model teksir makinelerinde çoğalttıktan sonra- onları koltuğumun altına koyup, bizim şehrin haftada bir kurulan pazar yerinde, özellikle de dışarıdan gelen pazarcılara dağıtmış ve onlara sosyalist mücadelemizi “elden geldiğince” anlatmaya gayret göstermiştim; tabii ki Kürt halkını da unutmadan, onların derdini, sorununun çözümünü “kendime” görev bilerek!
Bir de o bildirileri dağıtım konusunda, ortaokul yıllarında bünyesinde çalıştığım bir matbaanın çıkardığı haftalık bir gazeteyi dağıtırken elde ettiğim tecrübemden bildiri işinde de faydalanmıştım.
Herkesin ve her yerin bir hikâyesi var. Muhsin Kızılkaya’nın da, onun eserinin de bir hikâyesi vardı.
Muhsin Kızılkaya, eserinin hikâyesi ile ilgili şunları anlatıyor:
Yolun bittiği yerde başladı hikâye. Buraya çok az kişi geldi, çok az kişi gitti buradan. Buraya gelen başka yere gitmek için geldiği yerden geri dönmek zorunda kaldı. Devlet, sevmediği memurlarını buraya sürdü. Kızdığına “Seni oraya sürerim!” diye tehdit etti. Oysa orası, ne Dostoyevski’nin gittiği Sibirya ne Ovidius’un cehennemi olarak gördüğü kara bir denizin kıyılarıydı. Dağlar arasında gizlenmiş, içinden coşkun ırmaklar akan şahane bir şehirdi. Orada yaşayanlar için “dünyanın en güzel yeri”ydi. Sağcılık-solculuk buradan yayılmıştı dünyaya; klasik Kürt edebiyatının hemen hemen bütün ediplerinin, şairlerinin yurduydu. İlk Kürtçe mevlit burada yazılmıştı; ilmin, irfanın toprağıydı. Çağdaş bazı yazarların gemileri de burada kayaya çarpmıştı. Bu kitaptaki denemelerin tümü buraya dâirdir. Buranın yoluna, suyuna, insanına, karına, dağına, yağmuruna dâir…
Yol biter, ömür de biter; yeni hayatlar başlar, yeni yollar açılır sonra. İşte o uzak yoldan düşe kalka geldi kelimeler.
Yolculukla başladı hikâye.
Biz de onun hikâyesine, eseri okuyarak eşlik etmiş olduk.
Yazar, adımını attığı dernek yoluyla oluşan ilişkiler üzerinden sol düşünceyle tanış olmuş ve hayatının önemli bir kısmı o çizgi üzerinde ilerlemişti.
Ailesi, yaşadıkları köyden kendilerine en yakın şehir olan Hakkari’ye taşınmıştır. Yazarımız da orada hayata tutunmaya çalışmış; hiç aklında çıkmayacak oranda Hakkâri’yi “yurt” bellemiştir, diyebiliriz.
Hani denir ya, “Burası son nokta!” Buna izafeten Muhsin Kızılkaya’nın eserinin adının da “Yolun Bittiği Yerde” olması oldukça çarpıcıdır. Yazar, oraların dile getirilmesi gereken hikâyeleri bize aktarıp ilgimize sunuyor.
Biz, modernleşme politikalarıyla bağlantılı “jakoben” karakterli cumhuriyet projesinin -büyük bir kısmı elden çıktıktan sonra elde kalan topraklar üzerinde- kan ve gözyaşına dayalı, acı ve ıstırap içeren onlarca, yüzlerce, hatta binlerce hikâyesine tanık olmuştuk. Olmaya da devam ediyoruz maalesef…
Kızılkaya da ailesi, aşireti ve yakın çevresi özelinde paylarına düşen “acı” hikâyelere eserinde yer vermektedir. Aktardığı birbirinden anlamlı; okuyana, ders çıkarana heyecan katan, sevindiren ve bir o kadar da hüzünlendirip derde boğan hikâyeler kitapta büyük bir vukûfiyetle yer almaktadır.
Bu arada yazarımızın kitaptaki ders veren “tesirli” hikâyelerine yoğunlaşmadan önce Kürt edebiyatının içermiş olduğu masal formundan (çirok) şiire uzanan bir çizgisinin söz konusu olduğunu hatırlatmalıyız.
Yazıları, dönemin birkaç sol tandanslı edebiyat dergisinde yayımlanmış ve artık o, Kürtçenin yanında eserlerini, severek öğrendiği Türk dili vasıtasıyla okuyucusunun takdirine sunmuştu.
Eserinde, bu ülkeye ait ama daha çok “muhtemelen” kendine özgü şartlardan dolayı “kısa yaşayıp uzun ölenlerin şehri” olarak tanımladığı Hakkâri ve onun çevresinde yaşanagelen hayata binaen kendisine, anne-babasına, aile fertlerine, yakınlarına, uzaklarına velhasıl “yolun bittiği yere” dâir anılarını önce bağımsız yazılar şeklinde kaleme almış ve daha sonra da bu yazıları kitap hâline getirmiştir.
Ülkenin geçmişine, bugününe, modernleşme/modernleştirilme (bu yanıltıcı bir şey olsa gerek!) politikalarına dâir anlatı ve akademik türlerinde ve genelde hayatındaki her iki dilin var olan inceliklerine sığınarak yapmış olduğu ironiler eseri ilginç kılmaktadır.
Kendine gel…
Yazar, “Çocukluğun nerede geçmişse cennetin orasıdır.” diyor ve ekliyor; “Yaşadığın sürece, nereye gidersen git, o cennet peşini bırakmaz, her dâim arkandan gelir. Gözün hep geridedir, dönüp bakarsın hep, bazen hemen oracıkta, bazen de çocukluğun kadar uzak sana.” (s. 15) ifadelerini kullandıktan sonra, etimolojiye başvurarak Türkçedeki “kendine gelmek” fillinin aslında “kentine gelmek” ile bir alâkasının olduğunu belirtiyor. Çok ilginç!
Birçok konu ile birlikte bizim için en ilginç konu “sol” ve sağ” kavramlarının Hakkari’de ortaya çıkmış olması! Hâlbuki biz onun Fransız ihtilaline dayandırılma dayatmasında vedahî düşüncesinde iken o, kalkıp bunu kendi şehrinin gerçekliğine bağlıyor!
Hâliyle ilginç!
Hakkâri aşiretleri “baksa rast” (sağ kanat) ve “baksa çep” (sol kanat) diye ikiye ayrıldıklarında sanırım dünyanın hiçbir yerinde insanlar bu şekilde iki kampa ayrılmamıştı henüz. (…) Yani “sağcılık-solculuk” ilk defa Hakkâri’de ortaya çıkmış ve öyle yayılmış dünyaya. Sadece Müslüman ahali “sağcılar ve solcular” diye ikiye ayrılmış. (s. 39)
“Acaba bu nasıl oldu?” diye sormadan edemiyor ve “Bu aklı kime, kim verdi?” diye merak ediyor insan!
Cevabı ise yazara göre şöyledir:
Kısa bir süre Osmanlı ordusu içinde Bosna’da kaldığı belirtilen Hakkari Miri Zeynel Bey’in halk arasında adı “Hanima Bosnayi” (Bosnalı Hanım) olarak bilinen eşi, ona bu aklı vermiş ve o da yönetiminde bulunan aşiretleri -ideolojik değil tabii ki de!- “sağcı ve solcu” olarak ikiye ayırmış ve o hikâye de o şekilde oluşmuş! (Bu konu örneğinde de olduğu gibi bizi -Balkanlar üzerinden de olsa- Batılı insanların yönlendirmesi bir nevi kaderimiz olmuştu galiba!)
Soyadı garabeti: “Pivaz babé te ye!” (Soğan babandır!)
Cumhuriyet uygulamalarının kalıcı ve belki de en önemli icraatlarında birisi de her aileye ve şahsa “belirgin” birer soyadı vermek olmuştur, diyebiliriz.
Yazarın babası da kendisine ve hâliyle ailesine birer soyadı verileceği için hemen herkes gibi nüfus idaresine başvuruyor. Görevli memur, müracaat eden her aileye “önceden belirlenmiş olan” birer soyadı veriyor.
Ona, “pivaz” yani “soğan” soyadı olarak kalıyor -Babası, verilen soyadının Türkçe karşılığını bilmiyor- ve bu, tanıdıkları arasında alay konusu oluyor. Onu da, yani kendisine verilen soyadının anlamını, askerlik yapmış bir tanıdığı söylüyor. O da hışımla gidip memura kızıyor ve “Pivaz babé te ye!” yani “Soğan babandır ulan!” diye sitem ediyor.
Memur da, bu duruma bir hâl çaresi bulup o sıra dışarıda görünen ve kızıla çalan bir kayayı göstererek ona “Kızılkaya” soyadını veriyor. (s. 109)
Bu ülkede hemen herkesin soyadı konusuna dâir aileden gelen bir hikâyesi vardır; olumlu, ya da olumsuz… Muhsin Kızılkaya’nın babası Abo’ya verilen “Pivaz” soyadının, onun itirazının sonucunda “Kızılkaya” soyadı ile yer değiştirme hadisesinde olduğu gibi!
Yazar, sınıra yakın bir konumda bulunan Hakkâri’ye dâir çocukluk anılarında çaya da yer verir.
Çay, “kaçakçı” olarak tabir edilen şahısların meşakkatli bir yolculuk sonucunda “sınır içi”ne ulaştırdığı, sonrasında değişik yollarla ülke sathına dağılan ve her yerde farklı işlemlere tabi tutularak önce demlenen ve daha sonra da “afiyetle” içilen değerli bir emtiadır.
Yazar, bu konuyu elden geldiğince iyi bir şekilde anlatmakta, işi tasvir etmektedir.
Çay soğumamalı değil mi Can Baba? (Şair Can Yücel’e atfen!)
Kırmaya zaman yok
Çayınız bardakta soğumadan
İçin çayınızı hayat geçiyor
Yaşamamak yüreklere zarar. (s. 144)
Biz de farklı bir coğrafyada sınır üstünde (ser xett é) bir yerde, zaman, zaman sınırın ardından (bın xett é) kaçak yollarla Hint’ten, Seylan’dan (belki de Çin’den) gelen çayları demleyip içtik; ailece, misafirleri de unutmadan! (Ama benim klas içeceğim her zaman kahve olmuştur!)
Yazar, anılarında gençlik döneminde bizzat yanlarında bulunmuş; onlara “kendini kabul ettirmiş” şair Edip Cansever ile “Otuz Üç Kurşun”un şairi Ahmet Arif’ten “Hakkâri’de Bir Mevsim” adlı romanın yazarı Ferit Edgü’ye, Hakkâri’de kendisine hayat hakkı tanınmadığı için oralardan ayrılıp Stockholm’de kitapçı dükkânı açan (o da var olmayan) bir Süryani’den yazar Demir Özlü’ye (İşin aksi Hakkâri’de o dönemler hiçbir kitapçı dükkânı var olmamış!); Hakkâri’ye gelen “ilk Amerikalı”dan, Arvâsilerin yakını olmuş ve aynı zamanda onların müridi sayılan şair ve mütefekkir Necip Fazıl’a kadar birçok şahıstan ya vicahen ya da gıyaben bahsetmektedir.
İbn Haldun, “Coğrafya kaderdir.” der. Bu ifade, taşıdığı anlam açısından bazı eksiklikleri ve taşıdığı yanlışlarıyla birlikte öteden beri olan biten birçok şeyi ifade etmektedir.
Yazar, “kendine gelme” fiilinden hareketle, etimologlara başvurarak bu “kendine” ibaresinin aslında Türkçede “kentine, şehrine” anlamından kinaye olduğuna işaret ediyor. Ondan dolayı, almış olduğu eğitim, elde etmiş olduğu ve uzun süre üzerinde taşıdığı fikirler, coğrafyanın derinlere nüfuz etmesi ile alâkalı olsa gerek.
Biz de aynı coğrafyanın farklı bir bölgesinde aynı düşünceleri uzun bir dönem üzerimizde taşıdık, kaçak yollarla gelen çayları demleyip içtik. (Çayın başka, benim klas içeceğim kahvenin başka bir coğrafyadan geliyor oluşu İbn Haldun’u az da olsa haklı çıkarmış oldu!)
Kitap için son söz: Tadında birçok hikâye ve ufuk açan saptamalar okunmayı beklemektedir. Benden söylemesi!