Seyretmeye Devam Ederken – Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

 

“Bana her şey yaşamı hatırlatıyor.”
Hiç kimse yorgun yürüyüşlerime aldırmıyor, herkes neticede kendisine göre oldukça yorgun. Hangi bağlamda, muamma..
Sadece karşıdan gelen bir abi; sağa bir, sola bir sarhoş yürüyüşümden rahatsız, yönünü değiştiriyor. Belki de sövüyor, duymuyorum ama alışkınım. Acıtıyor.
Kalbim boğazımda atıyor, varılması gereken yere dört saat önce gidiyorum.
İnsanlar sadece kaldırımda yürümeliymiş. Kaldırımda yürüyorum. Ben yere bastıkça adımımı, gömülüyor kaldırımın sonsuzluğuna doğru ayaklarım. Ne kadar sağlam basarsam o kadar çekiliyorum. Zıtlık nedir anlıyorum. Tak, tak, tak! Ayakkabılarımın tak tak’ından rahatsız oluyor ve ayaklarımı yere sürüklüyorum. Böylesi daha iyi. Ama iyice viran oluyorum. Rahatım ama rahatsız-mış gibi gözüküyorum. Öz ile dış… anlıyorum.
Seyretmek nasıl bir şey, anlamak için seyrediyorum.
Şişedibi gözlüklü bir dede, kafenin dışarıdaki sandalyesine oturmuş. Dudağında hafif bir tebessümle etrafı seyrederken gözü bana takılıyor.
Dudağındaki tebessüm yavaş yavaş kayboluyor, bir iz gibi yabancı duruyor yerinde. Gözlüklerinin arkasında olduğundan daha büyük gözüken gözleri yaşlanınca daha da büyüyor. Ne çağrıştırdım, yanlış bir temsilcisi miydim gençliğin, acıma mıydı yoksa, bilmiyorum.
Suçluluk duyarak biraz ilerdeki binanın duvarının köşesine sırtımı yaslayıp yavaş yavaş çömeliyorum. Ve şunları yazıyorum:
“Bana her şey yaşamı hatırlatıyor.”
Ama ne demek olduğunu bilmiyorum.
İnsanlar geç kalınmışlıkla unutuyorlar, mutluluğu yanlarında götürmeyi.
Seyretmeye devam ederken benim de gözüm benden genç olana, mutluluğun genel temsilcisine takılıyor.
Çarşının ortasında kimsenin elinde insanlığın bir göstergesi olan kitap görmemiş çocuklardan biri beni kalemle sevdalı görünce gözlerini ayıramıyor. Bir yandan annesinin elinden tutarken bir yandan dönüp dönüp arkasına bakakalıyor. Bana mı kaleme mi hayranlık duyuyor, bilmiyorum, ama çocuğun yarısı kelimelerimde takılı kalıyor.
Masumluksuzluğumdan utanıyorum.
Ellerim titriyor ve yazamıyorum.
Kelimelerden âcizlenen ellerim, dilimden medet umuyor. Kendi kendime söyleniyorum; yaşıyor muyum, hayat çok hızlı geçiyor mu, azar azar ölüyor muyuz, günler ömrümüzden çalıyor mu nefesi, zamanı geliyor mu varılacak yerin, bir düşünce dört saat alır mı hayatından insanın… ve uzayıp gidiyor sorular merhale merhale.
Belki fark ediyorum, belki fark etmiyorum ama ayaklarım benden ayrı bir uzuv olarak yürümelerine devam ediyorlar.
Evden uzaklaştım, çok uzaktayım ama hissediyorum. Seller evimin önünden, heyecanla alıp götürüyor mutluluklarını (!) insanların; arabasını, evini, bisikletini… Bir geç kalan otobüs nasıl da bozuyor bütün düzenlerini, bu büyük mutluluk (!) çöküntüsünü nasıl kaldırabilirler, diye söyleniyorum. Bütün mutluluklarını (!) bir kâğıt gibi sözlerimde dürüyor ve tükürüyorum.
Bir şey söylemek de istemiyorum artık, dilim de âcizleniyor. Belki de hiç yazmamalıydım.
Ne yapsam bilmiyorum, saat geçmek bilmiyor. Varılacak yere vardım, kafamda bir ben yaratmış, susuyorum.
Bir önsöz hazırlamam gerek mesela, ben anlayamıyorum.
Önüm neresi, sözüm neresi, hayatım neresi… Bir adım var galiba, bilmiyorum.
Keman ile konuşmaya çalışıyor benimle bir başka sabah, itiyorum.
Alıp gitmiş kendi başına, kendini hayat…
Bekliyorum, dört saat daha geçmeli üstünden, varılacak yere varılmakla iş bitmiyor. Tam bu sırada bir sıcaklık kanıyor burnuma.
Bilmiyorum.
Ben de alıp gidiyorum başımı, başımda başka yerlere. Ayak iflas etmiş belli, bende dimdik duran sadece düşünceler şimdi.
Ve düşünüyorum; nefret edilse bir insan, bin daha düşünmeli nefret eden; nefret edilen nereye kaçabilir?
Ya ben, nereye kaçabilirim?
İzahı yok bunun da.
Tanınmak istemiyorum, bir adım var bilmiyorum.
Dört saat geçiyor aradan. Varılacak yer de bitti, düşünce de âciz şimdi..
Geri dönmek en acısı belki de: mutluluklarını (!) sellerin götürmediği gerçeğiyle karşılaşmak mesela..
Çocuklar annelerinin tenbihi üzerine akşam ezanından önce varmıştır evlerine. Göremeyecek olmanın hüznüyle geri dönmek eziyetken bana, şimdi katlanılmaz bir çile oluyor.
Şişedibi gözlüklü dede, oturmuş hala seyre dalıp dalıp çıkmakta.
Seyir, onun için uçsuz bucaksız derin bir deniz sanki. Dibi görünmez içine dalmayınca…
Bana rastlayınca yine gözleri, söylemeyi unuttuğu bir şey aklına gelmiş gibi parıldıyor.
Bu sefer tanıdık geliyor derin bir denize dalan bu yaşlı göz, dudağının kıvrımında soldan ince ince gülen bu yüz… Asırlar önce zihnimde çizilen bir tablonun bugün yeniden sergiye sunulması gibi uzun bir aradan sonra… Elimde olmadan gülümsüyorum.
Gülümseyişimden cesaret alıp dudaklarının yaşlı kıvrımları bir şey söylemeye çalıştığından açılmaya başlıyor. Zihnimde bugün ilk defa insan sesi duymanın bir çınlamasını yaşıyorum ve dört saniye sonra algılıyorum denileni: “İyilik perim seni çok özledim, nerelerdesin, sabah seni gördükten sonra akşama kadar buralarda bekledim, biliyordum, biliyordum senin de beni tanıyacağını ya da diğerleri gibi gülümsemeden çekip gitmeyeceğini biliyordum! Gülizar, koş gel hele, bak kim burada!”
Anlayamıyorum.
Kelimeler, zihnimin uçurumunda asılacak bir yer bile bulamıyor. Elma desen, resmi oluşur zihnimde cismin; ama bu kelimeler başka bir dünyanın kelimeleri, uçurumlara gelmez; çiçekli bozkırlar ister ancak..
Çağrılan kadın görünüyor. İçeriden, bembeyaz üzeri pembe çiçekli olan başörtüsüyle hafif şişman ve kısa, melek yüzlü bir nine geliyor. Ağır ağır adımlarla gelirken, yüzünde beni tanımayışının ifadesini izliyorum.
Bir sıcaklık hissediyorum yanımda. Bu öyle bir sıcaklık ki ne elinizle ne de yüzünüzle hissedebilirsiniz bunu, ancak yüreğiniz tanımlayabilir böyle bir hissiyatı. Elini başıma koyup göğsüne bastırıyor, şişecam gözlüklü dede. Beni öz dedemden daha fazla torunu gibi ‘papatyam’ diyerek seviyor. Bu sırada nine hala yürüyor, hala tanımamışlık ifadesi. Zihnimde canlanan günün ilk insan sesi devam ediyor: “Gülizar bir görseydin nasıl aldı elimden poşetleri, yapma kızım etme diyorum bak sırtında çantan omzunda okulun yükü diyorum, bu sefer çantasını bırakıp geliyor ve bu bir dakika sürmüyor Gülizar! Poşetleri vermek istemiyorum, papatyam, ne desem korkuyorum. Yaprakları çok narin Gülizar! Seviyor-sevmiyor’a gelmiyor, ürküyorum yapraklarını dökmekten. Gülizar daha evini bile bilmiyorum, yakın mıydı da bırakıp geldi çantasını inan aklımda değil! Bak işte bu nazlı papatyaya.. Tanıdı beni, bak işte! Hemşehriyiz onunla biz, ben onun yılanlı köylü dedesiyim..”
Anlıyorum.
Anlamaz olur muyum hiç.. Sadece bir kış günü elinden çarşı poşetlerini alıp yardımda bulunduğum bu dedem, nasıl vermiş insanların mutluluklarını(!) etkilemeyen ufak bir şeyciğe.. Yılanlı köylü dedem.. Gülizar teyze hala ağır ağır..
Ben, diyorum gerisini getiremiyorum..
Asıl tanımayışlığın ifadesi bende, hayatın tanınmayışlığının ifadesi bende, kelimelerimde, sözlerimde, düşüncelerimde; dört saatin içinde.
Kendime ufak bir mutluluk bulmuşum: insan olduğumu yeniden hatırlamak adına.
Haketmediğim sözler işitiyorum, günün ilk ve son sözleri oluyor..
Ben, diyorum, hayatı yanlış yerinden okumuşum..
“Bana her şey yaşamı hatırlatıyor..”

Etiket(ler): , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın