İnsan olmanın temel esaslarının göz ardı edildiği hatta hiç ele alınmadığı bir dönemde yaşar hale geliyoruz. Söylediğimiz kelimeler, kullandığımız ifadeler ve ilgi duyduğumuz şeyler başkalaşıyor. Olması gerekenin ne olduğunu bilmeden onun etrafında dolaşıp duruyoruz. Bütün her şey anlam derinliğini kaybetmeye ve birer şekil haline gelmeye başlıyor. Olacaklardan habersiz bir anlamsızlığa doğru sürükleniyoruz ama farkında değiliz: farkında olmadığımızın da…
Ve çevremizde anlamsızlığın derin belirtileri dolaşıp duruyor. Bu derin belirtileri kimi zaman görmüyoruz, kimi zaman görmezden geliyoruz, kimi zaman ise hiç yokmuşlar gibi davranıyoruz. Gördüğümüz her şey, yaşadığımız her olay, edindiğimiz her bilgi mana derinliklerinden sıyrılıp birer şekil ve ufak bir aşina olarak zihnimize kazınıyor. Her şeyin ‘nasıl’ ve ‘neden’ olduğundan çok ‘ne’ olduğu ilgilendiriyor bizi.
Amacımıza ulaşmak için kullandığımız araçlar, kendi vasıflarından sıyrılıp birer amaç haline geliyor. Bu sebeple asıl amaçlarımıza vâkıf olamadan ‘amaç haline gelen araç’larımızın köleliğini üstlenip sonu belirsiz bir yaşama kendi kendimizi sürüklüyoruz. Söylemlerimizin içindeki kullandığımız kelimeleri bile amaçları doğrultusundan saptırarak ve içleri boşaltılmış bir biçimde ileri sürüyoruz. Ve bütün bunlar alışagelen hayat düzeninin içinde pek de büyük sorunlar teşkil etmiyor. Çünkü o bildik ve yinelenen hayatın profilini bu gibi tutum veya eylemler oluşturuyor.
Aslında anlaşılamaz bir şekilde giderek sıradanlaşan bu düzenin içinde neredeyse tüm farkındalıkların ve olması gereken zıtlıkların arkası da boş bırakılmış. Ve insan acizliğin, her şeyi başıboş bırakmanın sınırlarını daha da aşmış. Bu başıboşluk da bize hiç sorgulanmamış, karşı çıkılmamış ve üzerinde düşünülmeye bile teşebbüs edilmemiş hayatın süregelen çerçevesinin hiç değişmeyen tablosunu aynı hatlarıyla devam ettireceğinin -hatta sonraları büyuk bir tufana yol açacak kırılmaların bile- ufak da olsa belirtisi oluyor.
En acı olmakla beraber en reel olan ise insanlar içinde belki bilerek, belki bilmeyerek; belki iyimser, belki de kötümser bu tutum ve davranışların, hayatın profilini menfi bağlamda alışılagelmiş-monoton bir hale getirmiş olması gibi dini içerikleri ve dini inanışları da bulundukları yerden çok sapa yahut çok farklı yerlere sürüklemesidir. Asıl olması gereken esaslarla, olsa da olmasa da çok fazla önem teşkil etmeyen unsurları yer değiştirip olması gerekenden gitgide uzaklaşıyoruz. Ve artık aslen olmak veya gerçekten inanmak yerine ‘mış gibi yapmak’ da yeterli oluyor. Yahut inandığımız şeylerin sırasının ve yerinin bilincinde değiliz. Bu durumda artık dindar gözükmeyi dini esasların uygulanmasının da önüne koyuyoruz. Ve bize dini gerekleri karşılamayan yaptırımlarımızla riyakar gözükmek yetiyor. Yaptırımlarımızın da ahlak ve irfan boyutunu düşünmeden salt bir akılla yola çıktığımızda kaybediyoruz. Ve şüphesiz ki yalnız aklımız bize daha kazançlı gelen menfaatlerimiz doğrultusunda hareket ediyor. Yüreklerimiz ve aklımız birliktelik içinde olamayınca varolan dinimize değil kendi uydurduğumuz dine mensup insanlar haline geliyoruz. Aslolan bizim dine uydurduklarımız değil dinin bize olması gerekenleri söylediğini riyakarlıktan tamamen uzak, bilinçli ve doğru bir biçimde sorgulayıp, kabullenip ‘gerçekten’ yapmamızdır.
Lâkin o kadar uydurduklarımıza uyar hale gelmişiz ki uyduklarımızın uydurduklarımız olduğunu da unutmuşuz. Bütün bunların sebebi ise nereden olduğu bilinmeyen taassup tipi bir tutumdan ve hiçbir şeyi sorgulamamaktan yahut yanlış sorgulamaktan ileri geliyor. Bilmediğimiz ve sorgulamadığımız birtakım şeylerin arkasına düşüp inandığımız yolda gittiğimizi zannederek aslında inandığımız yola giden yolların da yakınından geçemiyoruz.
Ve her ne olduysa oldu, her şey olması gerekenin biraz uzağında yahut biraz yakınında ama hep etrafında döndü dolaştı, yine en başta bulunduğu noktaya geri döndü.
Elbette ki hata yaptık zira insanız. Nasıl ki doğruyu anlamaya çalışırken bilinçsizce yanlışlar yaptıysak; muhakkak ki hakikati bulmak için de hatalar yaptık. Lakin hatalarımız hakikatleri örtecek kadar olmamalıydı…
Çok geç değil: hatalarımızın örtüğü hakikatleri fark etmenin vakti gelmiştir…