Her şey bilincinde güzel: neden yaşadığımız, neden büyüdüğümüz, neden sevinip üzüldüğümüz, neden yaratıldığımız, neden öldüğümüz…
Neden öldüğümüz…
Hep sakındığımız o kelime: ölüm.
Sevinçlerimiz, heyecanlarımız, hüzünlerimiz ile süsleniyor yolculuğumuz. Nereden geldiğimizi unutarak bilmeden bastığımız toprak, nereye gideceğimizi anlamayarak bilmeden bastığımız toprak… Kan ve çamur… Beden ve ruh… İnsan ve beşer… Yaşam ve ölüm…
Mesela bir çocuğun titrek dudaklarında seyretmiştirsiniz ölümü. Tütmesi gereken ocağın nerede olduğunu bilmeden onu arayan gözlerinde çok da belli oluyordur ölüm. Hem de doğmaya yakın olanın ölüme yakın olduğunu, ‘her ölümün ‘erken’ olduğunu fark etmek’ acı vermiştir…
Sonra, belki bir kapının ardında susarak konuşulan kelimelerden öğrenmiştirsiniz ölümü… Ya konuşmaktan utanmıştır kelimeler ya da saklanarak anlatmışlardır, kimsesizce… Sessiz içilen soğuk sulardan, kırık dökük bir fısıltıdan ibaret sanırsınız ölümü…
Oysa ölümler vardır: kanla yorulan, yaşamla dirilen… Sabahlarda, akşamlarda; güneşin doğuşunda, batışında; çocukların gülüşlerinde, ağlayışlarında beliren. Mevsimi hep bahar olan lakin sanki meyveleri üşümüş ağaçlarla donatılan bahçeli bir ölüm. Vaktinde, yerinde belki de kimsenin ölmesinin gerekmediği yerde olan.
Bir an olur aralanır gözleriniz: her olümün farklı olduğunu fark etmek için. Ölüm güzel, ölüm yeniden bir varoluş, ölüm ölünen için şekillenen… Ölüm, ne güzel kelime dersiniz sanki kelimeleri uç uca getirirken. Bir varoluş hikayesi olduğunu anlarsınız: belki yıllar sonra, belki aylar, belki günler; nerede, ne zaman, belki de hiç… Bir varoluş hikayesidir ki gidilenle gelinen aynıdır zira. Küçük bir kan pıhtısından, küçük bir toprak parçasına…
Giderken veda edemeyenler de vardır; bazıları acı, bazıları tatlı ama hepsi de gerçek… Gidenlere bakarsınız, bıraktığınız yerde kalmıştır. Giden de memnun ki yerinden bir daha dönmüyor gittiği seferinden…
Neden yaşadığımız…
Gürül gürül ırmakları hatırlatan, bu ırmakların da yalnızca bir düş, belki de bir başlangıç olduğunu bildiğiniz; lâkin ırmaklar akarken gökyüzünün kurşuni rengine aldırmaksızın hep maviyi düşlediğiniz rüyadır, hayatın kapı aralığından baktığınızda gördüğünüz ilk şeydir: yaşamak…
Kederleriniz, sevinçleriniz, heyecanlarınız, elemleriniz ve her şeyinizle yaşarsınız. Hayat sizin bir parçanız değil siz hayatın bir parçasısınız. Yaşarsınız, elinizde olmadan. Hem isteyerek nefes alamazsınız, ol diyen vardır ve olur…
Bir gün düşersiniz, ayağınız taşa takılır; ama arkanızdan koşan, acıyan dizinizi eliyle değil gönlüyle saran biri vardır: aslında arkanızda değil hep yanınızdadır. Bir gün yine düşersiniz, ayağınız taş kalplilere, hayata takılır. Hiç olmadığı kadar acır yüreğiniz, saklanacağınız ya da sığınacağınız ne bir yer ne de bir kimse vardır sanırsınız lakin bilmezsiniz ki; sizi olduranı, sevdireni, yaratanı, yaşatanı unutsanız bile o size, sizden daha yakındır. Ve taşa, taş kalplilere, hayata takılan bir ayağınız olduğuna, acıyan bir dizinizin ve yüreğinizin olduğuna sevinmeksizin hep elemlerdesiniz…
Sevinmek olmasa üzülmenin olmayacağını, ağlamak olmasa gülmenin olmayacağını, ölüm olmasa yaşamın olmayacağını henüz fark etmemiştirsiniz. Zira bilmezsiniz ki her şey zıttıyla kaim bu dünyada. Tam olmayan şeyler zıttıyla tamam… İyiliği bitiren kötülük, kötülüğü yok etmek isteyenlere başka iyilikler vesile ediyor. toplumları yok eden zulüm, başka vicdanları uyandırıp kendini yok ettiriyor. Kim bilir, kötülüğü iyilikle savmak, zulmü yapanlara müsaade etmemek, yaşamın farkına varmak için ölümü bilmek gerekliydi…
Yaşam ve ölümü bilmek istiyorsanız, anlamalısınız : her şey bir rüyaydı ve insan her an uyanacakmış gibi yaşamalıydı…