Kılı kırk yaran hassasiyet

hassasiyet

Muhatabını dönüştürmeyi amaçlayan bir mücadeleyi/karşı koyma biçimini örneklemiştir bütün Resuller. Son Elçi’nin Mekke’de, Musa Peygamberin Mısır’da ve bütün diğer resullerin kendi kavimlerindeki zulüm odaklarına/önderlerine karşı tutumları böyle gerçekleşmiştir.

Tebliğ edilmesi gereken “hakikat” ile toplumsal/siyasal direniş biçimlerinin uyumu fevkalâde şaşırtıcıdır. Bu yönüyle özellikle modern tezlerin çok ötesinde, başka bir paradigmayı işaret eden bir kıymete hâizdir. Karşıtını dönüştürme vurgusu modern siyasal tezlerde yer alsa da bu uyumun hidâyeti merkeze alan bir bütün hâlindeki değişim ve dönüşümü hedeflemesi bakımından onlardan tamamen ayrılmaktadır.

Direniş ve devrim kavramsallaştırmalarının şiddeti içkin algılanma talihsizliği İslami mücadelenin handikaplarındandır. Özellikle Ortadoğu’da son yıllardaki şiddet sarmalı ve bunun İslami biçimlerle ortaya konulma iddiası bu handikapı yaygınlaştırmıştır.

Hâricî işgal ve sömürüyle aynı toplumsallık içinde yer alan unsurlara karşı verilen mücadeleyi daha rahat ayrıştırabilecekken Gandi’nin Hindistan’da, Abdülgaffar Han’ın Afganistan’da İngilizlere karşı yürüttüğü şiddet dışı mücadele ya da Estonya halkının Sovyetler Birliğinden ayrılma süreci düşünce konforumuzu bozmakla birlikte, dönüştürme hedefini asla ihmal etmemek şartıyla şiddet temelli direnişin bu durumlarda yine de ahlâkî bir zemine sahip olduğu ifade edilmelidir.

Aynı toplumsallık bünyesinde verilecek hakikat ve hikmet temelli bir mücadele kılı kırk yaran bir hassasiyeti talep etmelidir. Musa Peygamberin Kur’an’da ayrıntılarıyla anlatılan mücadelesini kavramaya çalışmak, tartıştığımız bu mesele için son derece lüzûmludur. Firavun ve âvânesinin güzel sözlerle tebliğe muhatap kılınmasını isteyen ilâhî emrin yok etmekten önce dönüştürmeyi hedeflemesi, “red”din ardından başlayan sonraki süreçte de gel-gitli bir seyir izleyen Firavun ve çevresi için hiçbir ihtimâli atlamayan Resûl hassâsiyeti çarpıcıdır. Sabâ melikesi Belkıs’ın hikâyesi olumlu bir tecrübe olarak umut etmeye fazlasıyla yetmektedir çünkü.

Hz. Musa ve Hz. Harun’un Rabbimizin emriyle Mısır’da evler/üsler edinerek direnişi/tebliği örgütlemesi, bu süre zarfında şiddetten kesin olarak uzak durması önemlidir. Çok ilginç bir mücadele örnekliği olması bakımından, köleleştirilen, kendilerini kölelik koşullarından kurtarmaya çalışan Hz. Musa’ya zaman zaman tevhid dini hususunda akıl almaz biçimlerle karşı koyan İsrailoğullarının yanı sıra onları ezen Firavun da tebliğe muhataptır. Hakikatin söylem ve çerçevesinin oturtulmaya çalışıldığı bu süreçte şiddet bahsinden laf açan olmaz hatta hikâyenin başında Hz. Musa’nın kendi kavminden birine yardım ederken istemeyerek de olsa ölümüne neden olduğu Mısırlıdan bahis, Hz. Musa’yı olumsuzlayarak açılır. Mısır’dan çıkış ise belki birçok ideolojinin kabul edemeyeceği bir finaldir, direniş ve mücadelenin başka bir coğrafyaya çekilmesi/taşınmasıdır ama Mekke gibi dönüş niyetini içinde taşıyarak…

Buradan “Hicret”in kurucu niteliğine bir geçiş yapılabilir ancak öncelikle “hicret”i göze alan bir hakikat taşıyıcılığı tartışılmalıdır. Elbette hicret kurucu bir maksatla doğusu ve batısıyla Rabbimizin olan yeryüzünde stratejik hamleler yapmaktır ve bu yönüyle hem paradigmal hem de fiili bir devrim hâlini ifade eder ancak önceliği hak eden şey hicreti göze alan bir hassasiyetin şiddetin gölgeleyeceği bir hakikat savunuculuğuna düşmeme dikkatidir. Burası son derece önemlidir çünkü Hz. Peygamber için en nihayetinde cesur müslüman gençlerden Mekkeli zalim müşrik önderlere dönük bir suikast çetesi kurmak pek zor değildi ancak işte o zaman hakikatin tebliği, bir kurtuluş çağrısı olarak var olabilme imkânı boğulmuş olacaktı. Korkunun egemen kılındığı yer ve iklimlerde muktedir ya da muhalif hiçbir güç muhakkak sûrette kazanamaz.

Dünyaya şiddet, bomba, nükleer silah, tank, tüfek vaad eden; kurtuluşu, yıkıcı ve umudu yok edici mücadele biçimlerinde arayan yol ve yöntemler hakikatin uzağındadır. Hakikatten yana iman etmiş insan, İran İslam Devrimi örnekliğinde de görüldüğü üzere silahı mağlup edecektir. Silahları kullanan da başka bir insandır çünkü ve vicdan -Teoman Duralı’dan alıntılayarak ifade edelim ki- Allah’ın sesidir, başka bir şey değil! (Bize göre tek başına elbette yeterli değildir, vahiyle çerçevelendirilmelidir, o ayrı bir tartışma.) Bu sesi mağlup edecek bir silah icat edilmedi ve edilemez. O yüzden silahlanma yarışına girilmesi ahmakçadır, hakikatten yana karşılıksızdır. Silahı silahla yenmek imkânsızdır, silahı ve şiddeti irade yener. Ölüm herkes için mukadder olduğundan azgınların kaybı kesindir. O iradenin arkasında durmanın önemi kavranmalıdır.

Uzayıp gidebilecek bu tartışma Ortadoğu diye tabir olunan acı dolu coğrafyamızın ve bütün dünya halklarının felâhına bir kelâmı üretmeye odaklanmalıdır. Hayatı böcekleşip robotlaşarak sürdürmeyi dayatanlara, farklı cenahlardan üretilen korkunun egemenliğine meydan okuyan sadelikte bir hakikat savunuculuğuyla karşı çıkacak iradeye selâm olsun!

Ahmet Örs, tasfiyedergisi.net

 

 

 

 

 

 

 

Etiket(ler): , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir cevap yazın