ben bu şehirde kayboldum marcovaldo
esmer kokusunda sokakların düşsel bir aydınlık bekleyerek
adımlarımı korkudan iki adım geri bir adım ileri
sayısız kapıdan tanıdık insanların seyrederek geçişini
kendi etrafımda dönüyorum uhrevilik iddiasından uzakta
yanlış duraklarından iniyorum tramvayların
oysa gittiğim yollarda ne bir sis ne de fırtına
sanki var olmak yetiyor kaybolmasına insanların
omuzbaşlarımdan herkes gibi asılıyorum hayatın ipine
dokunaklı bir hikaye olarak rüzgarın estiği yöne savrulmak
yağmur altında unutulmuş bir düşünce oluyor
bu kirler yıkamakla temizlenmiyor
bazı çamaşırlar kirli değil kanlı artık marcovaldo
dişliler çelikler demir kelepçeler aldığım yeşil taşlı gümüş yüzük
dişli bir insandı demek geliyor içimden
tarlada çapa yapan kadına
dişliler geçiyor kanımıza çok geç
ne tuhaf demir eksikliği toprak tadı ağzımızda
ten kokusuyla bir küf karanlık bir oda düşüyor aklıma
kavruk bakışlarıyla babaannemin baktığı geliyor
çocuklarının her ümidin kıvılcımında
sana baktıkları gibi marcovaldo
sorsan babaannemin adından başkasına şahit değilim
kırılgan bir bahar gibi esiyor adıma hüznü
kederim olduğu da pek söylenemez
o son fotoğrafındaki kahkahası hatırına dair
ama bu şehir
çıplak bir yapışkanlıkla takılıyor göz kapaklarına pencerelerin
pervazların arasından ılık bir ıslaklıkla ağıyor
damar damar işliyor anısına toprağın bu vakitte
metropollerin dişlileri değil sanki camdan çivileri
şoför koltuğundan uzanan rüzgarın eli
bileğimin camdaki gölgesine sarılıyor
bir iş çıkışı saat kırk geçmiş ikindiyi marcovaldo
sen yarım bırakılma diye gölgemden tutuklanıyorum
kime ne anlatıyorum
yolumda yürüdüm yürüyorum yürüyeceğim
ben de bu şehri bir savaşa kaybettim marcovaldo