Otobüsün camına yanağımı yapıştırmıştım her zamanki gibi. Galiba verdiği serinlik hoşuma gidiyordu, kim bilir! Sonra otobüs, her durakta yaptığı gibi binenlerin inenlere öncelik vermesini akla getirir bir tonda açtı kapılarını. Önce inenler indi geride bir şey bırakmadan ve sonra yeni gelenler. Binenlerin içinde gördüm onu. Hafifçe ter döküyordu alnı. Yorulmuşluğun verdiği bıkkınlık mıydı yoksa öfke miydi, anlayamadım. Kalın gözlüklerinin arkasında sakladığı bakışların derinliği bindiği kapının üzerindeki demir korkuluklara yaslanarak dışarıya odaklandı önce, uzun uzun. Sonra yavaşça döndü otobüse. Sanki diyorum, dönüşü bir bulutun dönüşü gibiydi. Az yağmur verdiği için şehre geri dönen bir siyah bulutu düşündüm ya da az önce pazar yerine düşen bir bombanın merhamete gelerek geldiği yere dönmesini… Aldığı tüm canları ve döktüğü kanları ve domatesleri ve patatesleri ve güzelim yeni mahsul erikleri hiç dökmeden koyuldukları pazar arabasından, hiç dokunmadan ninenin üstü çiçekli bozuk para çantasına öylece, gerisin geri dönmesi gibi. Kanla kirletmeden, öylece…
Kalın çerçeveli gözlükleri terlemenin etkisiyle burnundan aşağı kayıyordu. İşaret parmağını gözlüğünün köprüsüne dayayarak gözlüğü yukarı itti. Sonra hemen en arka koltukta yanımda oturan yaşlıca adama bir peçete uzattı. Sessizdi, hiçbir şey demedi. O sessizce uzattığı peçeteyi adamın umursamadığını gördüğünde herhalde üzüldü ve belki de kahretti. Dudaklarını dişleri ile belli belirsiz ısırdı. “Ne diye almazsın be adam, bak işte sadece peçete!” diyeceğini sandım ama demedi, umutsuzca döndü. Bana sormadı bile. Çok mu umursamaz göründüm gözüne? Hâlbuki dikkatlice izliyordum onu. Bir İran filmi gibi sessiz ve derinden işliyordu hikâyesini bana. Başrol kendisiydi, yönetmen ve kameraman ve diğer her şey. “Cennetin Rengi”ndeki Muhammed’den farklı olarak göz uçları ile arıyordu, neyi araması gerekiyorsa! İçimden umut ettim bana dönmesi için. Belki de dönmemesi içindi, bilemedim. Evet evet, tam olarak dönmemesi içindi bu. Yani yine de sanırım! Ne zaman bir çocuk peçete satmak için binse gözlerim hiç olmadığı kadar pencereden dışarıya taşınır ve bir daha gelmek bilmezdi, ta ki kaybolana kadar çocuk gözlerden. Sadece ben mi? Gerçi sevindiğim oluyor bu duruma bazen, adına ne derseniz bu duygunun! Hani diyorum, terslemiyorum ya canım ufacık çocuğu, göz kaçırıyorum. Otoyolun kenarında ne kadar çok bina yapıldığını bu göz kaçırmalarımda fark etmiştim. Nüfusa düşen araba sayısını filan… Belki de daha neler fark edecektim her kaçamakta. Peçete satan çocuklardan birinin gözlüklerini, diğerinin esmer tenini, kısa boylu olanın dudağına varmak üzere hafif yollu eğrilmiş sümüğünü, kokusu burnumu yakan kazaklı olanı… Bunlar ise fark edilmeyecekler listemde bir sonraki vicdani hesaplaşmama kadar büyük harflerle yazılı olarak kalacak sanırdım.
Sonra aniden gözlüklü çocuğu fark ettim, nedendir bilinmez. Kapıya yaslanıp dışarıyı süzmesinde derin bir bilgelik yatıyor gibi geldi bana. Belki de ben o manayı vermiştim durup dururken. Sonra öne doğru yürüyüşünü izledim. Ayaklarına komut veremiyor gibiydi. Sanki durmak istiyormuş da ayakları mendil satmanın mecburiyetini ona hatırlatıyormuş gibiydi. Her koltuğa bir kez uzattı mendili. Kolunu biraz isteksiz, biraz öfkeli kaldırdı. Her terslenişinde bir intikam yemini yazdı defterine. Her ötekilenişi bir kriz habercisiydi iç dünyasında. Aynı mendili uzun süredir elinde tuttuğundan mendil terden kaydı ve onu cebine koydu. Elini beyaz, üzerinde anlamlı anlamsız yazılar bulunan arkası griye, önü sarıya çalan kazağına sürdü. İşaret parmağı ile gözlüğünün köprüsüne dokundu ve onu yukarı itti. Elini bir arabesk filmdeki başkarakter gibi yavaşça otobüsün demirine götürdü. Demir önce yamulacak sonra birden binlerce parçaya ayrılarak mendil almayan herkesin karaciğerine saplanacak diye düşündüğüm sırada sendeledi çocuk. Belli ki yorulmuş ve haliyle acıkmıştı. Demir yerindeydi, suratını ateşe salmış otobüs sakinleri de… Çocuğuna hafifçe şarkı mırıldayan kadın kafasının üstünde tuttuğu gözlüğü sarsmadan mendil satan çocuğa baktı. Sonra aniden çocuğunun üzerine kapanacak ve ani bir hamle ile çantasında taşıdığı ve kötü çocukların, göçmenlerin, savaş mağdurlarının, ülkesini terk eden hainlerin tüm hastalıklarından koruyan üstün özellikli maskesini çocuğuna ve kendi yüzüne takacak diye düşündüm. Yapmadı, belki de henüz yapamadı ve bir gün yapacaktı! Çocuğunu koruduğunu belli eder bir vücut hareketi ile mendille çocuk, çocukla çocuk, çocukla mendil ve bütün masum denklemlerin arasına girdi. Mendil olması gereken elde, çocuk olması gereken yerde hatta otobüs olması gereken güzergâhta yoluna devam etmeliydi elbette.
Otobüs sonraki durakta durdu. Acaba inecek miydi? Şöyle bir doğruldum onu görmek için. İnmesini mi istiyordum, inmemesini mi? O inse yeni binecek çocuğun yeniden yaşatacağı duygular aynı şeyleri mi söyletecekti? Yeniden kafamı pencereye doğru çevirecek, reklam panolarındaki salaklığımı vurgulayan imgeleri yeniden okuyacak, kredi kartı almadan, hesap açtırmadan, ev alma olayını hesaplamadan, araba almak için en uygun kredinin peşine düşmeden, yeni açılacak avmdeki mağazaları görmeden ne kadar budalaca bir hayat yaşadığımı yeniden anlayacaktım. Ne gereği vardı ki şimdi bu kadar maceraya, yeniden… En iyisi gözlüklü çocukla yoluna devam etmesiydi otobüsün. Öyle de oldu. Sonra ben yine kendi kendime sordum, sonra yine çocuk mendil uzattı birine; yine reddedildi, ben yine baktım. Hani diyorum ki bu çocukta gözlük olmasa çeker miydi dikkatimi? Ben onun gözlüğüne takılmışken o yine mendil satmaya çalıştı.
Sonra çocuk devleşti. Çocuk durdu, otobüs gitti. Çocuk terledi, tanrı üşüdü. Çocuk tanrıydı, tanrı yaşlı. Çocuk durdu, tanrı durdu, otobüs yürüdü. Tanrı konuştu çocuk sustu. Çocuk konuşunca tanrı sustu, otobüs durdu, mendil ıslandı, kadın yutkundu, asfalt yola yapıştı, mazgallar kulak kabarttı, adliyenin duvarları yıkıldı, Althusser kekeledi. Mendil alan yoktu. Sonra çocuk parmağı ile gözlüğünü kaldırdı. Kadın yüz çevirdi, otobüs ilerledi. İki adam bağrıştı, üç kadın boş koltuğa göz dikti, şoför dikiz aynasından arkaya baktı. Çocuk yutkundu, otobüsün lastikleri aşınmış kapısının altından gelen hava huzur verdi.
Çocuk peçeteyi genç kıza doğru uzattı. Genç kız kafasını salladı. Genç adam kaşlarını kaldırdı. Yanındaki kıza hava atmaya çalışan çocuk “Sokaktan bir şey almamak lazım!” dedi. “Sonra alışıyorlar, okumuyorlar!” diye ekledi bir diğeri. Başka bir kadın, “Ülkesini terk etmemeliydi!” dedi. “Ne çok keşfedilmeyi bekleyen yetenek vardı!” dedi yaşlı adam parmağı ile kendini göstermeden. Âdem’e secde etmediği için peçetesi alınmayan çocuk, birazdan çarmıha gerilip cehenneme gönderilecek, otobüs ise Florya’dan sahil yoluna sapıp Firdevs cennetine girecek gibiydi. Mendil satılmadı, kelimeler sustu, çocuk terledi, gözlük kaydı, kadın diğer kadının ayakkabısına baktı.
“Mendil alan biri çıkar mıydı?” diye bahis açan bir karaborsacı lazımdı şimdi. Bankalar, kredi limitini yüksek puanlardan açıp mendil almaya teşvik etmeliydi. Suriye savaşı durmalı, babalar savaşa gitmemeli, kadınlar ter kokan koltuk altlarına deodorant sürmeliydi. Yüzünü bana döndüğünde bir hakikatten feragat etmeliydim. Belki de kötü olmalıyım en azından iyi olmamalıyım. Tüm toplu tecavüz ve katliamları ona hatırlatmamak için gülmeli hatta yalandan şöyle bir saçına el sürmeli… Kalbimde küçük bir haz buketi için ülkeme teşekkür etmeli, sonra tanrıya, sonra insanlığa, sonra tanrıya ve sonra kucak açanlara ve yine tanrıya…
Otobüs durdu, çocuk indi. Otobüs kararmadı, güneş aynı yerde parladı, gün geceyi takip etti. Çikolatası dudağının kenarına sürülen çocuğun annesi öfkelendi. Çantasında peçete aradı. “Hay Allah…” dedi mırıldanarak. Çikolata sürülmeye devam etti, çocuk güldü, anne kızdı. Tam da peçete satan çocuğun gözlerle arandığı vakitti. Kadın arandı, durumu anlayanlar arandı. İnecek zamanı bulmuştu çocuk, tam da ihtiyaç varken! Dudağına çikolata sürülen çocuk güldü, kadın öfkelendi, otobüs yol aldı, ben kitabıma döndüm. Güneş dürüldü, yıldızlar döküldü, bıçak İsmail’in boğazını kesti, tanrılar Aphrodite’i yüceltti. Çocuk öylece indi. Dev bir kartal çocuğu alıp babasının ruhuna yaklaştıracak ve tüm dertlerini alacak, diye umut ettim. Annesi cennetten birkaç milyon peçetelik para gönderecek, yağmur üstüne yağacak, burnu akmayacak… Upuzun bir ceviz ağacı şehre devrilecek, kanalizasyon sistemleri alt üst olacak, savaş çığlıkları susacak, babası eğrilen gözlüğünü eliyle düzeltecek, kardeşi sonraki durakta yalnız beklemeyecekti. İşçiler ellerini sertçe baldırlarına vurarak öfkelenmeyecek, beş yaşımdaki oğlum hayret etmeye devam edecekti. Sonra çocuk indi, Tanrı da! Katiller bir yerdeydi, deliler ayrı bir yerde, tecavüzcüler bambaşka bir yerde. Ben ve otobüs bir yerde, kadınlar ve erkekler ayrı yerlerde. Çocuk ise sadece oradaydı. Mağaza vitrinlerinde ve fabrika bacalarında aranması imkânsızdı, kutsal metinlerde adı geçmezdi, kurban bayramlarında dananın etrafında oynayan çocukların lastik ayakkabılarına kokusu sinmezdi.
Çocuk şehri ikiye yardı, tüm mezarları açtı ve toprağı çamur haline getirdi ama otobüs, güzergâhını korudu, adam kravatını düzeltti ve çocuk annesini özledi. Kim bilir ne kadar olmuştu kucağına uzanıp, kıtaları aşıp, tüm hayvanları özgür bırakıp, rüzgâra yüzünü yaslayıp ve parmaklarını nehirlere sokup babasını özlemeyeli… Dağların, reyhanların ve kahverengi kartalların usulca sokulup yanına, kardeşini düşleyip, bir böceğin kaçışına hayret etmeliydi. Annesi ölmemeli, otobüs gitmemeli, pazaryerlerine bomba düşmemeli, yaşlı adam azarlamamalı, genç kız saçını okşamamalı, adam kadını öpmek için sempatik görünmeye çalışmamalıydı. Tüm peçeteler yakılmalı, tüm mektuplar açılmalı, Tanrı cennetten babasını göndermeliydi. Futbol oynayan çocuklar gol sevinci yaşamalı, tüm metinler parçalanmalı, ekmeğe sürülen salçalar bitmeliydi, anneler ısrar etmeli, babalar televizyon izlemeliydi. Otobüs ölmeliydi, kadın, adam, çikolata, dikiz aynası, peygamber, yol kenarındaki tırabzanlar, Nietczhe ve peçete. Artık sadece çocuk ve terli gözlüğü vardı.
Çocuk indi. Tanrı çocuğa gülümsedi ve elini tuttu. Çocuk gözlüğünü düzeltti. Tüm ışıklar yandı, salonların kapıları açıldı. Dev gösteriler düzenlendi. Halk tapındı, yalanlar söylendi, tütsüler semaya yükseldi. Çığırtkanlar efendilerini övdü. Meydanlar doldu, sofralar kuruldu. Dört bin yıllık otobüs yolculuğum bitmek üzereydi. Çocukla aynı durakta inmedim. Aslına bakılırsa hangi durakta ineceğimi dahi karıştırdım. İndiğim duraktan geriye doğru baktım. Onunla aramıza ekvator çizgisi ve belki de Sina çölü girmişti. Dev ejderhalar, cami minareleri ve yağmur bulutu onu görmemi engelliyordu. Sadece baktım geriye. Aklımda; gözlükleri, peçeteleri, sendelemesi, özlemleri ve öfkesi, beyaz kazağı ve inişi kalmıştı.