Ezilenlerin Pedagojisi ve Eğitimde Öğretmen Öğrenci İlişkisi – İrfan Sincar

Tarih, bir avuç insanın çoğunluklar üzerindeki tahakkümlerinin, baskılarının örnekleri ile doludur. Tarihi kesitler ezenlerin halk yığınlarını sömürme ve onları insandışılaştırarak kendilerine köle yapmalarının döngüsüdür adeta…
Zaman zaman, bu döngüyü kırma, tarihi akışı değiştirme gayretlerine tanık olsak da, bu durumun evrenselleştiğine ve süreklilik kazandığına rastlayamıyoruz.

Peygamber, filozof ve iyi niyetli siyasetçi ve hareketlerin karanlığı bir ışık gibi yardığını görmemize rağmen ardıllarının onların başlattığı mücadele hattını devam ettiremediklerine şahit oluyoruz. Çoğu zaman liderlerin ve onların mücadelesine omuz veren ezilenlerin/mustazafların belli kazanımlar elde ettikten sonra karşı çıktıkları efendilerine benzediklerini görüyoruz. Ezenlerini “rol model” aldıkları gerçeği ile karşılaşıyoruz. Zulme karşı çıkanların yollarına zulümle devam etmeleri, seyrek karşılaştığımız bir durum değildir.
Tarihi akışı halkların menfaati doğrultusunda değiştirmeye çalışanların tarihi yorumlama biçimleri; “hak-batıl”, “ezen -ezilen”, “köle-efendi” vs… gibi adlandırmalarla değişiklik arz etse bile özü itibari ile birbirlerinden çok da farklı değildir. Temel amaç; insandışılaştırılmış insanları, yeniden kendisi ile buluşturmak, fıtratına geri döndürmektir. Ancak tüm çaba ve gayretler üzerinden çok zaman geçmeden karşı bir hareketle tarihi döngüye teslim olur ve sadece efendiler yer değiştirmiş olur… İnsandışılaştırma bu kez başka eller tarafından gerçekleştirmiş olur. Baskı, sömürü ve işkenceye karşı mücadeleye girişenlerin ya da bundan rahatsız olanların kendi astlarına da, kendilerine yapılanların benzerini yaptıklarını görebilmekteyiz. Adeta kendi efendilerinin ayak izlerini takip etmektedirler. Uzak ve yakın tarihimiz bunun sayısız örnekleri ile doludur.
Ortaçağın kilise ve engizisyonlarından yakınan Fransız burjuvazisinin daha devrim havasını solumadan kendi arkadaşlarını giyotine göndermesi, Ekim Devrimi’nin önderlerinin dilinden düşürmediği “halkların kardeşliği “ ilkesini, iktidarı ele geçirdikten sonra bu ilkeyi kızıl ordunun postalları altında ezercesine Gürcistan’ı bombardımana tutması ve bu politikayı eleştiren kendi yoldaşlarını da sürek avları ile yok etmesi gibi… Yine anne ve babalarının gaz odalarındaki çığlıkları ile kulak zarları patlayan çocukların, elleri silah tutmaya başlar başlamaz Hitlere rahmet okuturcasına Filistinlilere uyguladıkları vahşetler…
FKÖ’nün zulme karşı direnişinde ivme kazandıktan sonra, kendi dışındaki grupları baskı altına alıp tutuklama girişimleri ve hatta onları kendi düşmanına teslim etmesi, Diyarbakır zindanlarında işkencenin her türlüsü ile tanışan “Kürt özgürlük hareketinin” işkencecilerinin ayak izlerini takip ederek kendi dışındaki sesleri boğmaya çalışmaları…
Bunların dışında kendi varlıklarını ortadan kaldırma dahil en iğrenç politikalara maruz kalan ama bunu kendisine yapanlara “kışt” bile diyemeyen fakat kendisi ile aynı “kaderi” paylaşan kardeşlerine karşı sudan sebeplerle bir cellat kesilen kitleri görüyoruz.
Bu gibi durumların sebepleri nelerdir? Bu tarihi döngü nasıl kırılır? Freire “Ezilenlerin Pedagojisi” adlı eserinde bunun derin bir analizini yapmış ve bu çelişkinin nasıl aşılacağına dair çözüm önerileri sunmuş…1968’de piyasaya çıkan kitap, hala aşılamadığı için güncelliğini koruyan bir eser olduğu kanısındayım. Kitap çıktığı günden günümüze kadar, salt “eğitim” de değil, “siyasi eylem teorisi” açısından da bir çok araştırmacı tarafından devrim niteliğinde bir çalışma olarak kabul edilmiştir.
Brezilyalı yazar Paulo Freire, siyasi sürgünlerde geçen son altı yılı boyunca yaptığı gözlemlerle oluşturmuş eserini. Ayrıca Brezilya’daki eğitim faaliyetleri sırasında edindiği gözlemlerle zenginleştirmiş kitabını.
Yazarın temel tezi: Ezilenlerin kendilerini ezen ve bilinçlenmelerini engelleyen hem içsel hem de dışsal yapıların üstesinden gelebilmeleri için “bir eylem teorisi”ne ihtiyaçları olduğu tezidir. Ve buradan hareketle “bir eylem teorisi” geliştirmeye çalışır.
Ona göre, ezilenlerin içinde bulunduğu durumu bir “kader” (içinden çıkılamaz bir durum) olarak görme yerine, dönüştürülmesi mümkün bir durum olarak değerlendirmeleri gerekir. Bu değerlendirme, onları şu bilince götürür: “Ezenlerin, ezilenler olmadan varolamayacakları gerçeği”.
Bu bilinç özgürleştirmese de, özgürlük mücadelesine katılmalarına katkı sağlayabileceği varsayımıdır. Bilinçlenmeyi de, ezilenlerin toplumsal, politik ve ekonomik çelişkilerin farkına varması ve bu çelişkilerin baskıcı unsurlarına karşı eyleme geçmesi olarak tanımlar. Bilinçlenmenin bir diğer öğesi ise dünyayı anlamak ve bu anlam doğrultusunda değiştirip dönüştürmek için eyleme geçmek olarak tanımlanan bir praksis’tir.
Ancak ezilenlerin mücadelenin daha başında özgürleşme uğrununa mücadele etme yerine, kendileri de kendi ezenlerini taklit ederek diğerlerini ezme eğiliminde olduklarını şu ifadelerle anlatır: “…Fakat mücadelenin başlangıç aşamasında ezilenler hemen hemen her zaman özgürleşmeye çabalamak yerine, kendileri de ezenler, yani ‘astlarını ezenler’ haline gelme eğilimindedirler. Onların düşüncelerinin yapısı [zihniyeti], onları biçimlendiren somut, varoluşsal durumun çelişkileriyle koşulandırılmıştır. Onların ideali insan olmaktır; fakat onlar için insan olmak, ezen olmaktır. Bu onların insanlık modelidir…” (sf24)
İktidar erkini elinde bulunduran güçler, egemenliklerini devam ettirmek için toplumu amaçları doğrultusunda inşa ederler. Bireylerin duygu ve düşünce dünyaları ezenlerin avuçları arasında bir hamur gibi yoğrularak şekillenir. Bu inşa, sosyal, siyasal, ekonomik ve askeri kurumlar vasıtası ile yapılır. Ki en önemli kurum ise “eğitim kurumu” olduğunu biliyoruz. Bu kurumlar ezen ve ezilen arasında ilişkiyi belirlerler. Bu ilişkinin temeli “kural belirlemeye” dayanır ve dikeydir. Kuralları elbette daima ezenler belirler. Freire “…Her kural belirleyiş, bir insanın başka bir insana seçimini dayatması demektir, bu da belirlenen insanın bilincini, belirleyeninkiyle uyumlu bir bilince dönüştürür. Böylelikle ezilenlerin davranışı belirlenmiş bir davranıştır; ezenlerin ilkelerini izler…” diyerek, ezilenlerin tam olarak kendileri olmadıklarını, hem kendileri, hem de ilkelerini içselleştirdikleri ezenleri olduklarını yazar. Bu düalist kişilik, bir çatışmaya ve çatışma; “kendileri olmak ile ezenleri olmak”, “içindeki ezeni dışarı atmak ile onu bağrına basmak”, “özgürleşme ile yabancılaşma”, “belirlenmiş kurala uyma ile seçimde bulunma”, “seyirci olmak ile oyuncu olmak”, “dünyayı yeniden yorumlama ve dönüştürme ile bu isteği hadım edilmiş olduğu için sessiz kalma” arasında geçer. Bu çatışma durumunun ezilenler için “trajik bir ikilem” olduğunu belirten Freire, eğitimlerinde de hesaba katılması gerektiğinin altını çizer. Fakat asıl problemin; “kendileri olarak varolamayan” ezilenlerin, özgürleşmelerini sağlayacak bir pedagojiyi geliştirmeye nasıl katkı sunacaklarını sorgulayan yazar, “…Ancak kendilerinin, ezenlerin ‘ev sahipleri’ olduklarını fark ettikleri zaman özgürleştirici pedagojilerinin doğumuna katkıda bulunabilirler…” diye cevaplar.
Paulo Freire, “Ezilenlerin pedagojisi” adı verdiği eğitim sürecinin, ezilenlerin hem kendilerinin hem de onları ezenlerin “insandışılaşma”larının birer nesneleri olduklarını fark etmelerinin bir sonucu olduğunu yazar. Ve “özgürleşmenin”, ezen-ezilen çelişkisinin çözümlenerek nesneleşen her iki tarafın, yani tüm insanların insanlaşması ile alt edilebileceğini ifade der. Bu sürecin sonunda artık ne ezen vardır ne de ezilen, sadece özgürlüğe ulaşma sürecindeki insanın varolduğunu dile getirir.
Bunun yanında özgürleşmenin önünde bir takım engeller olduğunu bilmemizde yarar vardır. Freire, bu engellerden birinin de, “baskıcı/ezen” gerçekliğin, içindekileri “massetmesi” ve böylece onların bilincini kuşatması olduğunu söyler. Bu durumun insanları “evcilleştirdiğini” söyleyen yazar, baskının esaretinden ancak “onun içinden ayağa kalkarak kurtulabiliriz” der; bunun da ancak “praksis” yoluyla gerçekleşebileceğini ifade eder (Dönüştürmek amacıyla dünya üzerinde düşünmek ve eylemde bulunmak).
Paulo Freire, ezenlerin kendilerini imtiyazlı gördüklerini, bir sınıf olarak da bencilce ‘sahip olma’ peşinde koştuklarını ve kendi mülkleri içinde boğulduklarını dolayısıyla varolmadıklarını sadece “sahip olduklarını” yazar. “…Onlar için daha fazlasına sahip olmak kişinin devredilemez bir hakkıdır…” Bu ‘hak’ ın onların “kendi çabaları” ve “riskleri göze alma” cesaretleri ile elde ettikleri bir “hak” olduğunu düşünürler. “…Eğer ötekiler daha fazlasına sahip değilse, bu onların beceriksiz ve tembel olduklarındandır, en kötüsü de hakim sınıfın ‘cömert jestleri’ ne karşı gösterdikleri mazur görülmesi imkansız nankörlüktür. ‘Nankör’ ve ‘kıskanç’ oldukları için ezilenler gözden kaçırılmaması gereken potansiyel düşmanlar olarak değerlendirilirler…”
Ezenler amaçları için bilgi/bilim ve teknolojiyi kullanırlar, amaçları da “ezme/ezilme düzeni” nin baskı ve manipülasyon yolu ile sürdürülmesidir. “…Ezilenlerin, nesneler, ‘şeyler’ olarak, ezenlerinin kendileri için biçtiği amaçlar dışında hiçbir amaçları yoktur…” Bundan hareketle, ezenler, ezilenlerin eğitilmeleri gerektiğini düşünürler. Çünkü eğitilmiş insanlar tıpkı “Pavlov’un köpekleri” gibi evcileştirilmiştir ve öğretilmiş reflekslerle hareket ederler. Onların kurguladıkları dünyaya uyumlulaştırılmışlardır. Ezenlerin “huzuru” insanların, bu dünyaya ne ölçüde uydukları ile, ne kadar az sorguladıkları ile doğru orantılıdır.
Freire, ezenlerin bu nedenle ezberci ve nesneleştirici bir eğitim modeli uyguladıklarını dile getirir. Ezberci eğitim gerçekten de insanların zihinlerini boş bir levha [tabula rasa, John Locke] olarak kabul eder ve kendilerini de bu levhayı amaçları doğrultusunda doldurmakla görevli hissederler. Freire’nin benzetmesi ise öğretmenlerin öğrencileri “boş bidon”lar olarak algılaması şeklindedir. Öğretmenler “bidonları” doldurduğu oranda “iyi öğretmen”, bidonlar/öğrenciler doldurulmaya ne kadar çok izin veriyor yani “pısırık” oluyorsa o kadar iyi öğrencidir. Bu durumda eğitim bir “yatırım”, öğrenci “yatırım nesnesi”, öğretmen ise “yatırımcı” rolündedir. Dolayısıyla da okul bir banka işlevi görür. Bu nedenle Freire, bu modele “Bankacı Eğitim Modeli” adını verir. “…Bankacı eğitim modelinde bilgi, kendilerini bilen sayanların, yine onlar tarafından hiçbir şey bilmez sayılanlara verdiği bir armağandır. Başkalarını mutlak bilgisiz saymak –baskı ideolojisi için karakteristiktir bu- eğitim ile bilginin araştırma süreçleri olduğunun inkar edilmesidir. Öğretmen kendisini öğrencilerine, onların zorunlu karşıtı olarak sunar; öğrencilerin cehaletini mutlak sayarak kendi varlığını gerekçelendirir…”
Yazar Freire, bu modelin karşısına daha özgürleştirici olduğuna inandığı “diyalog” yöntemini koyar. Diyalog, gücünü “eleştirel düşünce”den alır. İnsanların birbirleri ile yüzleşmesi ve dünyayı anlamlandırmak için yine dünya aracılığı ile öğrenmesi anlamına gelir. Özgürleştirici diyalogcu yöntem insanın tarihsel olduğu gerçeğini göz ardı etmez/etmemelidir. Bu şu anlama gelir; bilgi mitleştirilmemelidir. Otoriter yapılar bilgiyi mitleştirerek onu mutlaklaştırırlar ve aynı zamanda “bilgi”yi üreten güçleri tanrısallaştırırlar.
Bankacı eğitim modelinde -ki günümüzdeki eğitim modelidir- öğretmen öğrenci ilişkisi dikeydir. Ancak diyalog yönteminde yataydır. Öğrenme süreci karşılıklıdır. “…Diyalog aracılığıyla, öğrencilerin öğretmeni ve öğretmenlerin öğrencileri ortadan kalkar ve yeni bir terim doğar: Öğrenci-öğretmen ve öğretmen-öğrenciler…” Öğretmen ve öğrenci birlikte öğrenirler. Öğretmen bildiklerini paylaşırken öğrencileri özneler olarak görür ve onlardan da öğreneceği şeyler olacağını düşünür, öğrencilerde öğretmenin anlattıklarını “mutlak” doğrular olarak görmeyerek eleştirel yaklaşır. İki taraf ta hem alıcı hem verici konumundadır. Burada patron-işçi ya da Hegel diyalektiğindeki “efendi-köle” ilişkisi yoktur. Bu eğitim modeline de yazar “Problem tanımlayıcı yöntem” adını verir. “…Bankacı eğitim yönteminin diyalog karşıtı ve iletişimsiz ‘mevduat yatırma’ tarzının aksine –özbeöz diyalogçu olan-problem tanımlayıcı yöntemin program içeriği, öğrencilerin üretken konularının bulunduğu dünyaya bakışı ile kurulur ve örgütlenir. Programın kapsamı bu şekilde sürekli genişler ve kendini yeniler. Araştırma ile ifşa edilen konusal evreni disiplinler arası bir ekip çalışmasıyla inceleyen diyalogçu öğretmenin görevi bu konusal evreni, daha önce kendilerinden edindiği insanlara ‘yeniden sunmak’ tır ve bunu bir ders biçiminde değil bir problem olarak ‘yeniden sunmak’ tır…”
Eleştirel eğitim programları insanları daha önce yapmış oldukları hatalı kodlamaları yeniden düzeltmelerine olanak tanır ve ufuklarını genişletir. İnsanların özgüvenlerini artırır. Ayrıca kölece bir boyun eğmenin de önünü tıkar. “Neden” ve “niçin” gibi sorular ile başkalarının ellerinde şekillenmeyi reddeder. Bu vb. nedenlerle insanları sömürmek isteyen iktidar sahipleri ya da iktidar taliplileri tarafından istenmez.
İnsanları köleliğin tüm versiyonlarından azad etmek için mücadele eden “muhalif hareketler” işe, insanları özne olmaktan çıkaran mevcut eğitim sistemini sorgulamakla başlamalıdırlar. Zira sistemin eğitim modeli ile yapılan tüm çalışmalar, sistemi yeniden üretmekten başka bir işe yaramayacaktır.
Ancak görünen o ki, kendine gerek ‘özgürlük hareketi’, gerekse ‘kula kulluktan kurtarma hareketi’ adını veren birçok hareket, eğitim sisteminde dikey bir model uyguluyorlar.
Paulo Freire’nin “Ezilen Pedagojisi”, ezilenlere olduğu gibi kendilerini devrimci bir değişim sürecine katan kanat önderlerine ve onlarla birlikte yürüme azminde olan insanlara ufuk açacak nitelikte bir kitap. Bunun yanında insanlar üzerindeki baskıcı hegemonyanın kırılması yolunda çaba sarf eden aktivistlere ve alternatif eğitim programları düzenleyen grup ve cemaatlerin örgütlenme pratiğine katkı sunabilir.
İrfan Sincar 16.01.2011

Kitaptaki tüm alıntılar Ayrıntı Yayınları’dan çıkan Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedegojisi adlı kitabın 7. baskısından alınmıştır.
Etiket(ler): , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın