Epey zamandır yazmayı düşünüyordum. Ha bugün, ha yarın derken, aradan tam yedi, sekiz yıl çeçti. Demek ki, kısmet bugüneymiş. Güdül’ü yazacaktım. Ankara’ya bağlı, onun yetmiş, yetmiş beş kilometre kuzey batısına düşen, tarihi Bizans dönemi ile birlikte, Selçuklu ve Osmanlı dönemine dek uzanan Güdül ilçesini.
Aslında tarihini değil, dediğim gibi, yedi – sekiz yıl önce bir buçuk (ara tatillerle toplam 12 ay ya da tamı tamına 18 ay) eğitim ve öğretim döneminde, kazanmış olduğu bir lisede öğreniminin ilk bir buçuk yılında orada öğrenci olan bir yakınım olan talebeyi, yılın belli dönemlerinde İstanbul’dan okuluna götürüp getirirken Güdül’ü görme imkânım olmuştu.
Bu gidiş gelişler genellikle ya Ramazan, Kurban bayramı arifesinde ve sonrasında, ya dönem tatilleri esnasında, ya da -sanırım- bir kez de yılbaşı tatilinde olurdu. Anlayacağınız, okulların resmen tatil olduğu dönemlerde… Güdül’e öğrencim ile ilk defa onun okul kaydını yaptırmak için gitmiştik. Yaşadığım ülkenin birkaç şehri ile ilçesine ve bir-iki köyüne gitmişliğim, oralarda kısa sürelerde de olsa kalmışlığım vardı.
Gitmek durumunda olduğum bir-iki şehri sarf-ı nazar edersek, gezip gördüğüm köylerin, ilçelerin ve şehirlerin tamamına yakını kültürel olarak az çok bana yakın yerlerdi. Hem de hiç yabancılık çekmemiştim, “dilleri vardı benim dile benzeyen, aşları vardı benim aşa benzeyen” kabilinden!
Oralarda yaşayan insanlar ya uzak-yakın akrabam, ya her nereden gelmiş olursak olalım adeta “coğrafya kaderdir” anlayışına uygun olarak, Ahmet Arif’in dizeleriyle söylersek; “tavuklarınız birbirine karışır bilmezlikten değil, fıkaralık(tan)…” durumuna atfen aynîleşme durumundan mütevellit milletleştiğimiz insanlar ile aynı kavme mensup olduğumuz insanlardı: Türk, Kürt, Arap, Zaza…
Bunlara ek olarak metropolde yaşıyordum epey zamandır. Bununla birlikte, çoğu kez hatıra bazında o şehirlere, kasabalara ve köylere mekân olarak uzak olsam da, oralar kendilerini bana an be an hatırlatıyor; kâh zihnimde, kâh ruh âleminde yaşatıyordu.
Bununla birlikte, çeşitli vesilelerle sağından, solundan geçip gittiğim birkaç Anadolu şehri ve kasabası da oldu.
Buralarla bir ünsiyet sağlayabileceğimi hiç mi hiç düşünemediğim için, bir gün gelip de Güdül’e adım atacağım aklıma bile gelmemişti.
Dediğim gibi, talebemin ilk kaydımı yaptırmak için o topraklara adım atmıştım.
Oralar bana, sanki tarih kitaplarında okuduğum ve aklımda kaldığı kadarıyla Selçuklunun son dönemleri ile Osmanlının ilk dönemlerinde bir hayatın sürdüğü bir yer olarak gelmişti. TV’de birkaç bölümünü izlediğim “Aşkın Yolculuğu: Yunus Emre” filminde, filmin konusunun geçtiği Nallıhan’a mesafe olarak yakınlığından olsa gerek Güdül bana, kendisi ile ilgili kitabî bilgimi hatırlatmıştı.
Bir sabah namazı vakti otogarda (AŞTİ) Ankara’ya merhaba demiştik. Bizi ilçeye götürecek arabanın kalkış saatine kadar zamanı değerlendirmek için otogarın mescidinde namaz kılmış ve bir-iki saat de olsa uyumaya çalışmıştık.
Mescit, “yolcu yolunda gerek” kabilinden namaz kılanlar, uyuyanlar, bir köşede ellerini semaya açıp duaya duranlar, Allah’ı (c) zikredenlerle dolup taşıyor, aynı şekilde boşalıyordu.
Oraya her inip çıkışımız normalde Cuma günlerine denk geldiği için mescide hizmet eden görevlinin de işi alabildiğine zorlaşıyordu; erkekler bölümü neyse de, kadınlar bölümüne hükmü geçmiyordu görevli arkadaşımızın!
Malum, kadınların abdest almaları biz erkeklere göre daha zor ve zahmetliydi. Hele bir de sünnet üzerine sünnet namazı kılıyor ve huşu içerisinde zikre dalıyorlardıysa, tamam ecirlerini alıyorlardı mutlaka ama görevli amca ise bu manzara karşısında adeta dokuz doğruyordu: Kızsa mı, kızmasa mı, ne yapsındı!
Bu manzara yaz, kış her mevsim Cuma günleri o mescidin rutini sayılırdı artık. Kar, yağmur, çamur, nem, sıcaklar, aşırı sıcaklar, rüzgârlı ve serin havalarda da dahi…
Biz gelelim Güdül’e. Güdül, Ankara ilinin kuzey batısında yer almış olup Beypazarı ve Ayaş ilçeleriyle komşu bir ilçedir.
Ankara’ya uzaklığı yaklaşık doksan kilometre civarında olup oraya normal vasıtalarla bir buçuk saat zarfında ulaşılabiliyor. Yolunun epeyce uzun bir kısmı düzlükler içerisinde olup yaklaşık üçte biri ise hafiften başlamak üzere yokuş yukarı uzar gider.
Güdül’e ilk geldiğim zamanlardan birindeydi sanırım, Ankara’ya dönüp bir gece bir akrabamın misafiri olacaktım. Onlara bir hediye götürmek istemiştim.
O zaman oranın leblebisinden henüz haberim yoktu. Çarşıda, yer tezgâhında çevre köylerden satılmak için getirilen yaban armudu ile elmalarından birkaç aileye ikram etmek için üçer, dörder kilo aldım. Tabii ki de öğrencime, okulda yemeklerden sonra yesin diye… Aynı zamanda kendi evime de almış oldum o doğallık kokan meyvelerden.
Hani derler ya; “yarım elma, gönül alma!” kabilinden akraba-i taallukata ve aileme ikram olsun diye onlardan az da olsa alıp ikram etmiştim. Biz de bu yolu gidiş ve dönüşlerimizde yaklaşık on kez lastik tekerlerle de olsa arşınladık.
Epey zamandır yaşadığım metropolün dışına çıkmadığım için, “Bu yolculuk ve Güdül bana göre değilmiş!” diye düşündüm bir an. Ankara’dan yola revan olup gündüz gözüyle vardık şehre.
Şehir dediğin çanak misali bir avuçluk yer. Anlayacağınız köyden hallice. Etrafı tarihi gibi eskimiş, neredeyse kayaları parça parça olacak ve üzerimize düşecek gibi duran dağlarla, tepelerle çevrili bir yer… Yer yer düzlükler de var tabii; tarım yapılan, yamaçlarında kovanların üst üste konulup bal üretimi için arıcılık yapılan kasabaların bağlı olduğu ilçe Güdül. Gidip kayıt yaptıracağımız okul şehrin biraz dışında ve neredeyse orta dereceli okulların bir arada bulunduğu yerdeydi.
Okula giderken geçtiğimiz cadde ve sokakların her iki yanında çoğu iki katlı, ikinci katları alttan ahşap dayaklarla çıkıntılı, cumbalı pencereleri olan, kenarları kahverengi ile boyalı, tüm cephesi ise beyaz kireç badana ile boyalı, sanki sanırsınız ki Safranbolu evleri misali evler…
Sokak aralarında bir, iki dükkân olup büyük çoğunluğu ise çarşı merkezinde birbirlerine paralel birkaç cadde üzerine adeta serpiştirilmiş gibi…
İlçe merkezinde biri ahşaptan yapılmış iki üç cami, çeşitli işlerin görüldüğü iş yerleri, bir gazete bayii, PTT, belediye, kaymakamlık gibi resmi kurumların bulunduğu; bununla birlikte bir iki çay bahçesi kısa bir göz gezdirmeyle görebileceğiniz otobüs terminali ve mahalleleri süsleyen karşılıklı evler… Hani denir ya; “git gel, beş adım!” Güdül de, kendine has güzellikleriyle beş adımlık bir yer, bir avuçluk şehir!
Yine demiştik ya; “dilleri var bizim dile benzemez” ama buna rağmen, birçok yere alıştığımız gibi on kez gidiş ve on kez gelişle bu küçük Anadolu kasabasına alıştık.
Hatta orada, arabaya biniş ve hareket saatine kadar kaldığınız sürede, ahşap yapılı tarihi camide kıldığım namaz sonralarında civarda bulunan bir iki kahvede, daha doğrusu -kumarsız olduğu için olsa gerek- kıraathanelerde, yaşını başını almış, güngörmüş ağabeylerle tanışıp dostluk kurmuş ve nice sohbetler etmiştim.
Onların bir kısmı kasaba halkından olup Ankara’da memurluk hayatında bulunmuş ve emekli olduklarında da gelip kendi kasabalarına yerleşmişlerdi. Hatta bir kısmı, evi barkı kasabada olup Ankara’ya günü birlik gidip gelmişler ve uzun yıllar memurluk görevinde bulunmuşlar.
O, on kez gidip geldiğimde, mutat olduğu üzere bir buçuk saatlik yolculuktan sonra kasabaya varıyor, talebeme geldiğimi telefonla hatırlatıyor ve o dost olduğum emekli amcalarımı bulup onlarla çay, kahve içip sohbet ediyor, namaz vakti camiye gidiyor, merkeze yakın caddelerinde tur atıyor ve Ankara’ya, dolayısıyla da refakatçisi olduğum öğrencimle kendi yaşadığım şehre vasıl olmak için önceden yer ayırttığım arabaya binip terk-i diyar ediyordum.
Merhum şair ve düşünür Nuri Pakdil de ölümüne dek yaşadığı Ankara’dan İstanbul’a defalarca gidip gelmiş. Malumunuz olduğu üzere. Ona; “Üstad, Ankara’nın nesini seviyorsun?” dediklerinde şu veciz cevabı verirmiş; “İstanbul’a gidişini!” Biz de çanak şeklinde olan ve bize ayrı bir renk, sevgi ve coşku katan ve tecrübe kazandıran Güdül’den ziyade, işin İstanbul’a gidişini sevdik desem/desek abartmış olmazdım/olamazdık!
Bu gidip gelişlerimde, Güdül’ün bir zamanlar Çorum’u dahî geride bırakan leblebisi olduğunu hasbelkader öğrenmiş oldum. Hazır gıdalarla birlikte yöresel ürünlerinde satıldığı ve ilçenin en büyük yerel marketinden alış veriş yaparken oranın leblebisinin varlığına şahit oldum. Biraz tattım. Çorum’u pek de aratmamıştı. Yakınlarıma ikram etmek için bir-iki kilo aldım.
Daha sonra, ilçe merkezinde gezerken, tarihi, ama büyük bölümü harabe halde bulunan bir hanın içerisinde eskiden bu leblebi işini yapan onlarca iş yerinin olduğunu, şimdilerde ise bir iş yerinin kaldığını öğrendim. Benim de marketten aldığım leblebi, işte bu iş hanında bulunan yerde hazırlanıyormuş.
İlçe, bir zamanlar bu konuda Çorum ile başa baş yarışırmış ama buranın dağ başında oluşu, ulaşım ve dağıtım gibi ana problemlerden dolayı bu leblebi işi giderek azalmış ve bir iş yeri ile sınırlı kalmış! Bura halkının Oğuz Türklerinin Kınık ve Avşar boyundan olduğu kaynaklarda geçmekte olup, burayı Müslüman yurdu yapan zatın Güdül Bey isminde bir Türkmen beyi olduğu söyleniyor.
Güdül ismi bana neyi hatırlattı? Onu açayım; sanırım 2014 yılı idi ve biz yerel seçimler döneminde oralardaydık. ABB ile birçok ilçenin AK Parti’de olduğu dönemdi. Ankara kırsalında belediyeler çoğunlukla AK Parti ile MHP’deydi. CHP ise sanırım merkezde Çankaya ile Yenimahalle’de baştaydı.
Ankara’dan Güdül’e giderken yanından, sağından, solundan geçtiğimiz Ankara merkez kırsalı ile Beypazarı ve Ayaş ilçe ve kırsalında ne bir bilboardda, ne bir bez afişte, ne bir el afişinde ve ne bir duvarda, ne bir bayrak ve parti flamasında CHP ile ilgili bir not göremedik. Yer gök adeta AK Parti ve MHP ile kaplanmıştı.
Nitekim öyle de olmuştu. O seçimi kırsalda, birçok metropol ilçede bu iki parti kazanmıştı. O seçimde, ilçe merkezinde gezerken, yabancı olduğundan olsa gerek, çay içmek için oturduğum bir kahveye AK Partili bir grup gelmiş ve seçim çalışması yapıyorlardı.
Tabii ki, gelen heyetle tanıştık. Onlara dilimiz döndüğü kadarıyla da partinin izlemiş olduğu siyaseti, doğrularını, yanlışlarını ve halkın ondan beklentilerini konuştum, düşünce ve kanatlarımı ilettim.
Burada, belki de yeni bir durum söz konusu oluyordu; başörtülü genç bir bayan avukat AK Parti’den belediye başkanlığına aday gösterilmişti. Kazanma ihtimali bir hayli yüksekti. Nihayetinde o bayan belediye başkanı seçildi. Onun en dişli rakibi ise Orta Anadolu’nun birçok beldesinde, şehrinde olduğu gibi MHP’li adaydı.
AK Partili aday, galiba yeni bir sima, yeni bir ruh ve yeni bir heyecan olacağı için başörtülü, hukukçu ve ilçenin önde gelen bir ailesine mensubiyetinden dolayı tercih edilmişti.
Gidiş gelişlerimde denk düştüğü için gördüm, görebildim, o bayan aday canla başla çalışıyordu. Bir bayanın Anadolu’nun, o da bazı kriterlere göre gelişkin olmadığı, şehir ve özellikle de metropol hayatının dışında yaşanılan, geleneğin hüküm sürdüğü Müslüman bir beldede aday olarak ortaya çıkması bir devrim olsa gerek.
“Ey Güdülüler, Güdülmeyin!”
Bunlar olurken, gerek Türkiye genelinde ve gerekse de şehirler, ilçeler bazında hiçbir seçimi kazanma durumu pek mümkün görünmeyen muhafazakâr bir partinin, altında belediye başkan adayının imzası bulunan “Ey Güdüllüler, Güdülmeyin!” pankartları ise, ilçenin değişik yerlerinde bilboardlarda arz-ı endam ediyordu.
O seçim sürecinde, ara sıra uğradığım bir yayınevinde her seçim döneminde, oraya gidip gelen arkadaşlar arasında seçimlerle ilgili, o da gayr-i resmi kalması şartıyla anket yapılıyormuş. Sadece sonucu merak edip kim kazanabilir diye.
Uğradığımda, epeyce bir zaman Ankara kırsalına gidip geldiğim ve yol boyunca gözüme çarpan materyaller ve seçime yönelik söylem ve eylemlerden hareketle, özellikle de Güdül ile Ankara için “doğruya yakın” bir tahminde bulundum ve seçim sonrasında tahminimin doğru çıkmıştı. Güdül’e gidip gelmeler bana Anadolu’nun adeta bir kapısını açmış oldu ve bu kapıdan girip bazı şeyleri keşfetmiş oldum. Buna fethetmek de denilebilir.
Haliyle tecrübe sahibi oldum. O güne dek zihnen, ruhen ve kültür olarak bana yakın olan şehirlerin dışına çıkmış, kendi namıma tarih, kültür ve medeniyet kokan küçük, adeta çanak misali etrafı dağlarla çevrili bir beldeyle de tanış oldum, hemhal oldum.
Şunu da son olarak belirteyim; bir gün Güdül’den Ankara’ya dönerken, minibüste her halinden çobanlık yaptığı belli olan bir gençle tanıştım. İlk olarak bu bölgenin Kürtlerindendir diye düşündüm. Sonra tanıştım. Urfa taraflarındanmış. Yukarılarda bir yerde, dağ köylerden birinde çobanlık yapıyormuş ama artık o işe Afganlar el attığından dolayı sürü sahibi bir hayli masraflı(!) olan bu yerli gencin yerine, dil-ağız bilmez, ne verirsen hiç itiraz etmez zavallı birisini tercih etmişti. Bizim genç de aslında garip ve zavallı idi. Ta Urfalardan kalkıp buralara dağda çobanlık yapmaya gelmişti.
Bu işlere, daha sonra birçok şehirde hemen her işte yerlilerin kapı dışı edilmesi olarak bolca tanık oluyorduk.
Bu acı gerçeği de yeri gelmişken zikredelim dedim… Orayı bir daha gidip görmek isterdim doğrusu.