Isabell Lorey’in, (Türkçe çevirisi Otonom Yayıncılık – 2016) Kırılganların Yönetimi adlı kitabının farklı tarafı kendini tahlille sınırlandırmayıp egemenlerin kırılgan kıldığı kişiler-topluluklar için isyancı-kurucu bir geleceğin izini sürmeye çalışması, bunun işaretlerini göstermesidir.
Kırılgan kişi ne yapacaktır? Boyun büküp kaderine rıza mı gösterecek? Yoksa yaşadığı kırılganlaşma süreci hakikati görmesine imkân mı sağlayacak? Dünya tarihindeki en büyük sorulardan biri budur. Kitlesel-küresel köleleştirmenin diyelim (kırılganlaşma tam da bu riskin, ihtimalin bir önceki durağıdır) zirveye çıktığı bir çağda birleşmenin, yakın hatlardaki kişi ve toplulukların ikincil mevzulardaki gardlarını indirerek temel perspektiflerini besleyen ilkelerini kırılganlaşmanın had safhaya vardığı, itirazın kitleselleşme hüviyetine büründüğü aşamada somut bir çerçeveye ulaştırması yoluyla oluşabileceği gerçeğinden hareketle ne denli bir tesir üreteceği görülmelidir. Kitap meseleyi bu noktaya taşıyor.
Birçok başka mevzudan yürüse bile kitabın bizim red ve inşa ikiliğinin üreteceği kuruculuğu dillendiren, çelişkilerin ateşlediği mücadeleyi imleyen kuvvetli ve esaslı bir tarafı var. İslamcı çevrelerin kırık yıldır farklı gerekçelerle tıkanıp kaldığı aşamadan bir sonraki evreye geçebilmek için başka fikirlere kulak vererek ilerlemek için iyi bir vesile…
Kitaptan bir bölüm:
Kırılganlaşma süreçlerinin pek çok anında, tahmin edilemezlik, tesadüfîlik ve ayrıca bu anlamda kırılganlık ortaya çıkar. Kırılganlaşmanın bu veçhesi itiraz potansiyelini besler, üretim aynı zamanda işin ve hayatın bir yeniden birleşimi bir toplumsallık hâline gelerek anındalık, âciliyet ve hatta tam anlamıyla olmasa da sermayeleşebilirlik özelliğini yitirir. Bu türden yeniden birleşimler normalleşme sürecinde, bir diğer ifadeyle sömürülebilirliğin ve yönetilebilirliğin sürekliliğinde kesintiler sağlayabilir.
Dolayısıyla kırılgan koşullarda yaşama ve çalışma tahmin edilmeze, güvencesizliğe uzun süreli planlar yapamamaya ve sırf bu nedenden ötürü sömürülebilir hale gelmeye karşı korumasız olmak anlamına gelmez. Bunun ötesinde, tesadüfîlikle iştigal etmek aynı zamanda bir şeyi terk edebilme ve yeni bir şeye başlayabilme olasılığını yaratır: ben bunu çıkış ve kuruluş potansiyeli olarak adlandırıyorum. Tahakküm ilişkilerinden çıkış, yönetilme biçimlerinden kaçıp bireysel dağılmayla sonuçlanmak zorunda değildir, kendini kurma ânında yeni bir temel olarak biçimlendirebilir. Direnişçi bir hareket olarak birleşme aynı zamanda kurucu bir güç anlamında güçlenme anlamına da gelir. Bu anlamda kuruluş, topluluk ve kolektif kimlik kavramlarına karşılık gelir ve bir devlet kurmayı, yani Fransız Devriminden beri kendini meşru kılmayla ve sonuç olarak burjuva egemenliğiyle birleşmiş bir kurumu ima etmez. Bunun aksine, kuruluş hem teorik hem de politik düzeyde kendini egemenlikten ve dolayısıyla yasal olandan uzak tutan bir hareket olarak anlaşılır. Bu türden kurucu bir gücün açığa çıkması için ön koşul, ortak itiraz ve ortak çıkıştır, olumsuzlama ya da yapısökümcü sorgulama değil, yeniden-birleşme icat edebilmektir.
Bu yöndeki ilk adım itaatsizlik, bağımlı virtüözlüğün reddidir. Bilhassa kırılgan bilgi emekçileri başkalarının varlığında işini icra ettiğinden, yalnızca aşırı derecede bireyselleşmekle kalmaz, aynı zamanda yeni toplumsallıkların üretiminin de bir parçası haline gelir. Bu paylaşılan virtüözlükte, ortak kurucu gücün potansiyeli doğar ve bir kişinin nasıl yaşamak ve çalışmak istediğine, güvence ve karşılıklı koruma için nelerin gerektiğine ilişkin başkalarıyla iletişime girmesi için alan yaratır.
Çıkış potansiyeli, dönüşmüş bir “politik özgürlük” kavramıyla ilişkilendirilebilir: Burada, bireysel bir pratik anlamına gelmeyen, yeni kurma biçimleri için post-Fordist virtüözlük koşullarını kullanan bir “politik özgürlük”ten bahsedilmektedir. Bu, başkalarıyla birleşme, başkalarıyla etkileşime girme, başkalarıyla birlikte eyleme meselesidir. Egemenliğin dışındaki koşullar altında virtüözlük, yeniden müdahale etmek, ve -bu merkezî noktadır- öncesinde reddedilmiş koşullara müdahale etmek için ortak bir çıkış ve bunun sonucunda kurucu güç anlamına gelmektedir.
Bu arka plana göre, kırılgan kesimler için daha iyi haklar ve ortak kırılganlığın hukuki mantık içinde tanınmasını talep etmek yeterli midir? Burada bir yanda güvenlik ve koruma ve diğer yanda tehdit edici kırılganlık bulunan karşıtlığı da yıkmak gerekmez mi? Toplumsal-ontolojik olarak kırılganlık hâli ve özdeşleştirici bir konumlandırma olan kırılganlık, öncelikle korumasız olma ve mağduriyet veçhelerini vurgulamaktadır. Kırılganlaşma ise bunun da ötesine geçer ve yönetimsel boyutunda kesinlikle üretkendir: Hem bir yönetme aracı ve kapitalist sömürü ilişkisi olarak hem de yalnızca özneleşmeyi ima eden değil, aynı zamanda hesaplanamaz ve güçlenme potansiyeline sahip olarak.
(s. 112-114)