Bir Eser Üzerinden Kitap Serüvenime Dâir, II – Sait Alioğlu

Bu serinin ilk yazısında, orta öğrenim sıralarında iken elime geçen “Bugünkü İslam Devletleri ve Ülkeleri” adlı tercüme bir eser üzerinden bir değerlendirmede bulunmuştum.

Dikkat edilirse, takdim ve tehir yöntemine başvurup ilk yazıda ortaokul sıralarında elime geçen kitabı okuma serüvenimden bahsetmiştim. Bu yazımda ise ilkokul sıralarında, o da hasbelkader elime geçen bir iki gazete ve dergiden bahis açmış olacağım inşallah.

Evet, ilkokula giderken kitapla, görmüş olduğumuz eğitim müfredatı gereği bir ünsiyet kurmama rağmen gazete konusunda birçok öğrenciden biraz daha şanslı idim. Zira arada sırada da olsa evimize, dönemin “İslamcı ya da muhafazakâr” olarak tanımlanagelen ve Mehmet Şevket Eygi’nin gözetiminde yayınlanan “Bugün” ve “Babıali’de Sabah” gazeteleri girerdi.

Sanırım adı geçen gazetelerin o nüshalarında babamın da yönetiminde bulunduğu bir Kur’an kursu derneğinin resmi ilanları yayımlanıyordu. İşte o nüshalar, o vesileyle evimize girmiş oluyordu.

Bir de Diyanet Dergisi de evimize giren bir dergi idi. Konuları bana göre bir hayli ağırdı ama elime alıp resimlerine baktığım ve işlediği konuları anlamaya çalıştığım bir dergiydi.

Gazete kültürüne bu şekilde alışmışken bir yandan da ilkokulun dördüncü sınıfında sınıf öğretmenimiz bizi her gün tam sayfa yayımlanan eğitici testlerinden dolayı Tercüman gazetesine alıştırmıştı. Her gün iki öğrenciye paralarını kendilerine verdirmek suretiyle o gazeteyi aldırır daha sonra da onu koltuğunun altıma koyup evine götürürdü.

Öğretmenin yaptığı doğru bir şey miydi, tartışılabilir ama geriye dönüp baktığımda bir yanlıştan dolayı da olsa dünyaya ve hayata dair bir kültür sahibi olmuştuk.

En kötü kültürlenme aracının gazete olduğunu belirtmekle birlikte, aile ortamında kitap kültürünün olmayışı yüzünden gazete kültürünün işin prototipi olarak belirmesi de güzel bir şey olmalıydı.

Yani, eksik olan bir şey, bir başka nesneyle kapatılıyordu. Kısacası “Buna da şükür!” demek gerekir.

Bu öğretmenimizin daha sonraki yıllarda ülkücü olduğunu öğrenmiştim. Zaten Tercüman gazetesini, hem okumak ve hem de bizlere test çözdürmek için bize aldırıyormuş. Biz de bu gazete üzerinden sporla olan ilgimizi ileri safhalara çekmiştik ama daha sonraki dönemlerde ülkenin içerisinde bulunduğu “yoksunluk ve yoksulluk” durumuna binaen, kimliğimiz, sosyal, kültürel ve ailevi açılardan dolayı Müslüman kalsa da “sağcı, milliyetçi ve muhafazakâr” değil de, solcu ve devrimci bir temele irca olunmuştu.

Orta bir ve ikinci sınıfta, yukarıda da belirttiğim üzere, ben, o da galiba bir yerlerden bir hikâye vb. kitap beklerken, şansıma içerik olarak siyasi, coğrafi, tarihi ve kültürel bir kitap düşüvermişti işte! O kitap dönemi açısından bir nevi küçük ebatlı, roman boy bir ansiklopedi ve almanak sayılırdı. Ben de  “hiç yoktan iyidir” kabilinden bu esere ilgi duymuş ve onu bir çırpıda okumuştum. Okuma alışkanlığımı o kitaba borçluydum.

Orta üçe gelince yaşadığım yerde yeni yeni açılan -çoğu da sol cenaha aitti- bir iki kitabevine uğruyor ve “ekonomik bağımsızlığım olmadığı için” ilgimi çeken kitapları alamıyor, çoğunun arka kapak yazılarını okuyor ve kitabı tekrardan yerine koyarak evin yolunu tutuyordum.

Keza, dönemin muhafazakâr kitabevlerine gitmiş olsaydım da aynı durumla karşılaşabilirdim. Zira kendi başıma kitap alabilecek bir imkânım da yoktu. Oralarda da, var olan kitapların arka kapak yazılarına göz atabiliyordum, o kadar.

Bu işe bir çözüm bulmak gerekirdi ama nasıl? Çoğu zaman herhangi bir ideolojiye, harekete, örgüte, teşkilata vs. genellikle gençleri devşirme amacına bağlı olarak kurulan ve bir sorumlusu bulunan “kitap sandığı” yöntemi bu sorunu çözmenin en etkili yolu olarak öne çıkmıştı.

Seç, beğen, al; götür, oku ve geri getir!

Ben de bu yöntemle bir iki, bir iki o sandıklardan sorumlusunun haberi doğrultusunda, imza karşılığı ve belirlenmiş bir günde teslim etme şartıyla ilgimi çeken kitapları alıp götürerek okuyor, okuduktan sonra da kitapları getirip teslim ediyordum.

Hatta lise yıllarında kısa süreliğine de olsa, bir kitap sandığının sorumlusu oluvermiştim.

Haliyle ben de, okuyacak kişiye imza karşılığı kitap veriyor ve zamanın geldiğinde de o kitapları teslim almaya çalışıyordum.

Hatırlıyorum, bir arkadaşımla birlikte -yani yoldaş diyebiliriz-12 Eylül’e ramak kala, o yılın yaz aylarında şehre yakın birkaç köyden arkadaşlar (bazı yoldaşlar) tarafından zamanında imza karşılığı alındığı halde getirilip teslim edilmemiş kitapları toplamaya çıkmıştık.

Epeyce kitap toplamıştık. Birkaç ay, hatta birkaç yıl öncesinde alınan ama zamanında teslim edilmeyen kitapları kısa bir zaman diliminde toplamıştık.

Bir hayli yorucu ve sinir bozucu olmuştu bu iş. Hem devrimci olacaksın, hem de toplumsal sorumluluğunu yerine getirmeyeceksin! O zaman, o alıp götürdüğün kitabı ya okumamıştın ya da okuduğun halde onu içselleştirmemiştin veyahut da yavan bir okuma yapmıştın!

Gerçi, şimdi de “ilgilisi için” öyle!

Yukarıda, yazı bütünlüğünde yer yer “takdim ve tehir” yoluna başvurabileceğimi belirtmiştim. Niyeti, “maksadın hâsıl olması” şeklinde belirtebiliriz.

Orta üçe giderken, sol düşünceye sahip olup kendileriyle akrabalık bağımız bulunan ve bizden beş altı yaş büyük lise ve üniversite eğitimi alan tanıdıklarımız bizlere kitap okuma alışkanlığı kazandırmak ve devrimci düşünceyle tanışmamız için o dönem okunan hikâye kitaplarını bizlere okumak için veriyorlardı. Çoğunu alıp eve götürmek bazı ailevi sebeplerden dolayı zor olduğu için onları okulda, derslerden fırsat bulduğumuz anlarda okumaya çalışırdık. Zaten, okul idarecileri de buna göz yumuyor, bir nevi bizleri destekliyorlardı.

İşte, o kitapların yazarları arasında hatırladığım iki hikâyeci öne çıkıyordu. Bunların biri Fakir Baykurt, diğeri ise Bekir Yıldız’dı.

Fakir Baykurt’un öykülerinden bazıları; “Anadolu Garajı, On Binlerce Kağnı, Sınırdaki Ölü, Can Parası” idi.

Romanlarından bazılarıysa şunlardı: “Yılanların Öcü, Irazcanın Dirliği, Kara Ahmet Destanı, Onuncu Köy”

Yılanların Öcü, Fakir Baykurt’un 1954 yılında yazdığı, köy hayatını anlatan ilk romanıydı. Bu kitap nedeniyle 1959 yılında Baykurt hakkında soruşturma açılmış ve öğretmenlikten uzaklaştırılmıştı. Dil bakımından tamamen köy ağzından yazılmış bir romandı bu, karakterler de gerçek hayattaki gibi seçilmiştir. Devam romanı olan  Irazcanın Dirliği ve  Kara Ahmet Destanı ile birlikte Fakir Baykurt üçlemesi olarak anılmaktaydı.[1]

Onun bu eserlerini okumuştum.

O, öykü ve romanlarında kendi dünya görüşü istikametinde bir toplumsallık anlayışı geliştirmiş ve eserlerini hu minval üzere kaleme almıştı.

Her ne kadar yerli bir duruş görülse de, düşünce skalasında batıcılık söz konusu olduğundan eserlerini yaşanan toplumsallığa göre kaleme almış olsa da, aynı düşünce dizgesine mensup birçok yazar gibi onun da toplumun adeta çimentosu olarak kabul gören din’e, dolayısıyla İslam’a yer vermemiş olması, ontolojik bir eksiklik ve nakısa olarak karşımıza çıkıyordu.

Aynı ontolojik hatayı Bekir Yıldız’ın eserlerinde de görmek mümkündü. O da, aynı düşünce çizgisi içerisinde, yaşanan toplumsallığı, dinden arındırarak, güya onu yok sayarak” farklı bir kulvara taşımaya çalışmıştır.

Eli kalem tutan birçok kişinin de yaptığı, hâlâ da yapmaya çalıştığı yegâne çaba budur, diyebiliriz.

Bu iki kalem dışında birçok yazarın hikâye, roman ve şiir kitabını da o süreçte okuma imkânım olmuştu. Bu iki yazarın kitaplarını orta eğitim döneminde okumaya çalışmıştım.

Lise birinci sınıfa başladığımda bu kez içerik olarak okuduğum kitaplardan belirgin farklı yönleri bulunan sol çizgiden eserlerle tanış olmuştum.

Bu yelpazede Aziz Nesin, birkaç kitabını okuduğum yazarlardandı. Onun öykülerinden birkaçı Mahallenin Kısmeti, Ölmüş Eşek ve Fil Hamdi idi.[2] Yaşar Ne Yaşar Ne Yaşamaz adlı romanı da aklımda kalanlardandı.[3]

“Sosyal gerçekçi” bir anlayışla eserler veren yazar, eserlerinde abartıya kaçmış, tekrarı çok olan, masal tekerlemelerini andıran cümlelere fazlaca başvurmuş, sade bir dille ve başarılı bir üslupla yazmıştı.

Aziz Nesin, hikâye, roman, anı, mektup, çocuk kitapları, çizgi roman ve şiir gibi birçok alanda eser vermiş bulunan velut yazarlarından birisi belki de en önemlilerindendi.

Kendisini o dönemler okuduğum eserleri üzerinden değerlendirme şansım olmadı. Ama hayatının sonlarına doğru yapıp ettiği bazı hareketler ve ileri sürdüğü görüşlerinden dolayı değerlendirmek gerekir. Mesela halkın %60’ının “aptal” olduğuna dönük iddiası, ileri sürdüğü yanlış ve yanlı düşüncelerinden sadece biriydi.

Öykücü, hikâyeci ve romancılardan sonra, bazı eserlerini okuduğum Nazım Hikmet ve Ahmet Arif gibi şairler de vardı. Nazım Hikmet’in Memleketimden İnsan Manzaraları bu bahiste mühim bir eserdi. Nazım Hikmet daha çok şair olarak tanınsa da onun da birçok öykü, roman ve tiyatro eseri; fıkraları, inceleme yazıları, mektupları, çevirilerini de vardı.

Ahmet Arif çok sevilerek yaygın üne kavuşmuş bir şairdi. Hayatta iken yayımladığı tek kitabı olan Hasretinden Prangalar Eskittim, hâlâ en çok basılıp okunan şiir kitaplarındandır.[4]

Hasretinden Prangalar Eskittim’i orta ve lise dönemimde duymuş ve Adiloş bebe’yi anlattığı şiirine aşina olmuştum. Onun eserini bir yakınımdan, fotokopi edilmiş bir şekilde edinmiş ve okumuştum. Bir de onu ön plâna çıkaran 33 Kurşun şiirinin Kürt toplumunun acılarına dikkat çektiği için başlı başına Kürt sorununun varlığına delil olabileceğini belirtmekte fayda var.

Daha sonraları çıtayı biraz daha yükseltmiş, lise öğrenimi dönemimde başta Rus olmak üzere Batı klasikleriyle -bunlara siyasi kitapları da dâhil ederek- okuma faaliyetimi çeşitlendirmeye başlamıştım.

Devam edecek

[1] https://tr.wikipedia.org/wiki/Y%C4%B1lanlar%C4%B1n_%C3%96c%C3%BC

[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Fil_Hamdi

[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ya%C5%9Far_Ne_Ya%C5%9Far_Ne_Ya%C5%9Famaz_(roman)

[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Ahmed_Arif

Etiket(ler): , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir cevap yazın