Ayrıntı Müslümanları Ne Zaman Tanıyacak?

Roni Margulies Taraf‘ta yazmaya henüz başladığı günlerde yayımlanan bir yazısında Türkiye’de, özellikle düşünce ve sanat çevrelerini kastederek, Müslüman ve seküler çevrelerin birbirinden habersiz ayrı dünyalar olduğundan hafiften alaycı bir üslup ve “tarihçi” Mustafa Armağan fenomeni gibi bazı örneklerle söz etmişti. Vaziyetin bildik bir cepheleşme değil patolojik bir yok sayma şeklinde sürdüğünü ortaya koyan iyi bir değiniydi. Düşünce ve edebiyat çevrelerini yakından takip eden, süreli yayınları iyi kötü izleyen biri, kimilerinin hâlâ sağ-sol olarak problemli bir şekilde ayırmakta ısrar ettiği iki farklı dünyanın var olduğunu ve belirleyici olduğunu teslim edecek, ama biraz hakkaniyetli olmak adına, milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin çoğunlukla güdük kalan kıpırdanmalarını dışında tutarak, aslında bu cephenin hem fikri hem estetik bakımdan bariz bir biçimde en aktif bileşeni olan İslamcıların sağ-sol, Müslüman-seküler ayırmaksızın olandan bitenden haberdâr olma, bütünü takip etme ve eleştirel dikkat geliştirme noktasında karşıt cepheye göre fazlasıyla sebatkâr olduklarını da ekleyecektir. Hakan Arslanbenzer de yakın zamanda buna dikkat çekti, farklı çevrelere karşı bu rahat yaklaşımlarının İslamcılara ciddi bir gelişme imkânı sağladığını vs. yazdı. İki farklı cephe fikri, eğer ortada güçlü bir ideoloji olsa anlamlı ve yerindedir, yani cepheler olmasın diye bir şey yok. Aslında hâlihazırda hüküm süren de kökensel olarak ideolojik bir cepheleşme, erken cumhuriyetin pozitivist buyruklarına götürebiliriz bunu ve evet, o zaman bu cepheleşme anlamlıydı.

İsmail Kara’nın yayıma hazırladığı, Mehmet Âkif’in vefatından sonraki on yıl boyunca değerli/değersiz matbuatta hakkında yer almış bütün haberleri, yazıları toplayan Sessiz Yaşadım‘ı gözden geçirirken bu kültürel zıtlaşmanın, kültür savaşının başlangıç dönemine şahit oluyorsunuz âdeta. Bir yanda Nurullah Ataç, Kemalettin Kamu, Falih Rıfkı tayfası var, mürtecilik üzerinden Mehmet Âkif’e yükleniyor, harcıyorlar; diğer tarafta ileri-geri retoriğini ideolojik bir yaklaşım hâline getirmemiş kesimden Müslüman kimlikli kimseler. Faruk Nafiz, Mithat Cemal gibi henüz bu ayrımı o denli içselleştirmemiş daha insaflı olanları da kaydetmeli. Ama o gün Âkif’e saldırmanın mantığını anlayabiliyorum. Yani güçlü ideolojilerin çekildiği, Badiou’nun resmi sanat ve militan sanat ayrımı yaptığı ve bugünün militan sanatının neleri dikkate alması gerektiği konusundaki düşüncelerini ileri sürdüğü konuşmasında kullandığı deyişle herkesin demokrat olduğu bir vasatta söz konusu zıtlaşmayı eskicil bir gelenek şeklinde sürdüren sol/seküler cephenin, bu tarafın kültürel birikiminden kendisini berkitmek üzere faydalanmak yerine inatla duyarsız kalması, pozitivist nefretin kılcal damarlara kadar yayıldığını ispatlıyor. Tamam, bu tarafta üretilen bir şey var mı yok mu onu merak etmeyi bir kenara bıraktım, neticede eğer karşıtın varsa ona karşı çıkmak için bile olsa ne yapıp ettiğinden haberli olman gerekmez mi?

Kemal Tahir’in çizdiği bir görünüm var, bu noktada açıklayıcı. İttihatçı Kâmil Bey hapishanede olanı biteni takip etmek için İstanbul hükümeti yanlısı yayınlara mahkûmdur, bazen hiç bakmaz, ama Ali Kemal’in yazılarından tiksinmesini bırak, bu tip adamların yazdığı gazetelerin varlığından dahi rahatsızdır. Biraz buraya dayanıyor galiba daha sonra körlüğe dönüşen bu zıtlaşma, ama işte o sonuna kadar anlamlı bir cepheleşme, gelgelelim dünyayı değiştirmeye dönük romantik/ütopik iddiaların bir bir sönümlendiği, ideallerin sümenaltı edildiği, ideolojik duruşların massedildiği günümüzde ise izah edilebilir bir içeriği yok bu zıtlaşmanın. Zaten Mustafa Kemal galip geldikten sonra İstanbul’da tutuklanan Ali Kemal’i İzmit’te askerler linç ederek öldürmüşler. Ne temsil ama!

Az evvel “İslamcıların kültürel birikimi” gibi iddialı bir şey geçti. Tamam, uzun süre boyunca ortada öyle ahım şahım bir birikim yok ve sekülerler bu konuda hep önde oldular.  Tanzimat sonrasında kültürel iktidarın Recaizâde, Beşir Fuat, Tevfik Fikret gibi yabancı dil bilen, Fransa’da dönen tartışmalardan, edebiyat kamusundaki gelişmelerden haberdâr olan isimlerin elinde olduğunu, İslamcıların bu noktada etkinlik kazanmaların çok sonralara rastladığını kabul etmek gerekiyor. Seküler olmayan çevrelerden olup öne çıkan, içeriğini benimseriz benimsemeyiz ama elle tutulur bir birikim üreten isimler de Muallim Nâci’den Âkif’e, Nuri Pakdil’den Sezai Karakoç’a dil bilen, yani dışarıyı bilen isimler. Muallim Nâci’yi yenilik karşıtı, gerici falan diye gösterirler klasik Yeni Türk Edebiyatı mantığı içerisinde, oysa adam Beşir Fuat’ın en kaba ve kavgacı biçimiyle pozitivizmi savunduğu ve metafizik düşmanlığı yaptığı, hem de bunu Victor Hugo’ya karşı Emile Zola üzerinden sürdürdüğü bir dönemde, Thérèse Raquin‘i çevirmeye çalışıyor. Tanpınar’ın kütüphanesinde yer alan kitapların listesinde Ortega y Gasset’in eserlerini görünce şaşırmıştım, yani ne olursa, kim olursa olsun kişinin “çağdaşını bilmesi” önemli.

Bu çağdaşını bilme bahsinde şöyle komik bir durum gerçekleşiyor yavaş yavaş. Batılı muhalif düşünürlerin çağdaş İslamcı düşünürleri keşfetmeleri ve bunlar üzerine laf söylemeleri üzerine onları takip eden buradaki sekülerlerin gündemine bazı isimler, metinler vs. girmeye başlıyor. Terry Eagleton 11 Eylül’ün en dikkat çekici etkilerinden birinin dünyada entelektüellerin cahili oldukları İslam dünyasına ve tarihsel kaynaklarına/zenginliğine yönelmeleri olduğunu söylüyordu bir söyleşide. Sözü Ayrıntı yayınlarının geçtiğimiz ay yayınladığı, Alain Badiou ve Slavoj Zizek tarafından derlenmiş olan Bir İdea Olarak Komünizm kitabına getireceğim. Susan Buck-Mors’un “İkincisinde Fars Olur: Tarihsel Pragmatizm ve Zamana Aykırı Şimdi” başlıklı yazısı evvela Aydınlanma düşünürlerinin, özellikle Kant ve Hegel’in ve onları takiben Marx’ın ilerleme üzerinden savundukları Avrupa’nın tarih ve mekân üzerindeki hâkimiyeti fikrini eleştirel bir süzgeçten geçirerek, bazı toplumların tarihsel olarak geri kaldığı ve hesaba katılamayacakları düşüncesini hırpaladıktan, Badiou’nun Etik‘te özgürleşmeci siyasetin etnik-kültürel çokluklara karşı kayıtsız kalması gerektiği fikrine paralel bir şekilde günümüzde kapitalizmin bu meseleyi kendi varlığını sürdürme noktasında işlevsel biçimde kullandığına dikkat çektikten ve “Çoklukların ontolojik olarak onaylanması, politik kavrayışı çarpıtır; zira insanlar aslında günümüzde kapitalizm, kent hayatı ve merkeziliğin çok daha evrensel öznel koşulları altında kültürel olarak geçirgen hayatlar yaşarken, kurucu kültürel/uygarlıksal özgünlük (authenticity) anlatılarını kutsar, bu nedenle de çok daha yerli ve köktenci politikalara dayanak oluşturan hakikilik kavramı mitsel kurguları ve ideolojik şaşırtmacaları kısacası özgün olmayan (inauthentic) politik öznelliklerini desteklemek için kullanılır” gibi ilgi çekici tespitlerle liberal hak ve özgürlük söyleminin günümüzde hangi çarka ivme kazandırdığına dikkat çektikten sonra şaşırtıcı bir şey yaparak sözü Malcolm X’in hac ziyareti sonrası etnik siyaseti yani yerelciliği bırakarak evrenselciliğe yönelmesi üzerinden İslamcılığın evrensel siyaset üretme becerisine ve Seyyid Kutup, Ali Şeriati gibi çağdaş İslamcı düşünür/eylemcilere getiriyor ve uzun bir bölüm boyunca Avrupa solunun bu isimlere ve ürettikleri muhalif fikriyata bigâne kalmasını eleştiriyor. Ayrıca birbirinin aşağı yukarı çağdaşı olan (Mors, 60 kuşağı diyor) Malcolm X, Seyyid Kutup, Ali Şeriati, (onu diğerleriyle aynı düzlemde değerlendiremeyiz ama) Muhammed Taha’nın öldürüldüğünün altını çizerek, iktidarlarda endişe yaratan tedirgin edici söylemlerinden haberdar olmaya çağırıyor. Ali Şeriati’yi İran’lı hâkim sınıfın elinden kurtarak Benjamin’in mesiyanik görevini yerine getirelim falan diyor. Ne kadar Seyyid Kutub, Ali Şeriati okudu bilmiyorum ama günümüzde Türkiye’de bazı İslamcı çevreler tarafından din anlayışı veya siyaset biçimi yönünden eksiklikleri, yanılgıları cesurca konuşulabilen bu isimlerin öncelikli olarak bilinmesini önemsemesi ve Batılıların bugüne kadar sadece zihinleri Batı tarafından müstemlekeleştirilmiş, madun Doğulu yazarları dikkate aldıklarını ifade ederek Batı karşıtı İslamcı entelektüel figürleri tanımaya çağrı yapması fazlasıyla ilgi çekici. Ayrıca “Seyyid Kutub’un teolojinin devrimci özünü kurtarması”, “dinin radikal özünü ciddiye almalıyız; çünkü çağımızda devrimci güç bunun kurtarılmasına ve yeniden icat edilmesine bağlı, ‘bizim’ artık dinin ötesine geçtiğimiz yönündeki, dünya nüfusunun büyük çoğunluğunu dışlayan ucuz bir beyanata değil” gibi laflar Türkiye’deki sol ilahiyat tartışmalarının ithalliğini de ortaya koyuyor aslında. Özgün Duruş’taki bir soruşturma için kendisinden bu mesele hakkında görüş aldığım Kurtuluş Kayalı da Birikim eksenli tartışmanın ayaklarının Türkiye gerçekliğine basmadığını, 60’larda Yön dergisinde yer alan benzer bir tartışmadan bile habersiz bir şekilde sürdürüldüğünü söylemişti.

Şimdi şuraya bağlıyorum bütün bunları. Ayrıntı’nın çevirmenleri Seyyid Kutub’un idamına da yol açan en militan eserinin, Yoldaki İşaretler kitabının ismini İngilizce “milestones” ifadesini esas alarak Kilometre Taşları olarak çevirmişler. Düşünebiliyor musunuz, bu Türkiye’de on binlerce satmış bir kitap! Şimdi tam çıkaramadım, Hamit Bozarslan’ın Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi veya Selin Çağlayan’ın Müslüman Kardeşler’den Yeni Osmanlılar’a İslamcılık kitabı olması lazım. Orada da Seyid Kutb gibi vahim yazımlar vardı. Yani insan bir bakar bu adam kim, kitapları Türkçede yayınlanmış mı, ismi nasıl geçiyor. En azından Kemalist seçkinciliğin ve halk düşmanlığının dışına kendisini konumlayan Birikim‘in, Ayrıntı’nın, Metis’in vs. bu ülkede yaşayan Müslümanların ortaya koydukları bir şeyler olduğunu ne zaman fark edeceklerini merak etmemek mümkün değil. En azından çevirdikleri isimlerin bu yönelimlerini dikkate almayacaklar mı? Sözünü ettiğim yazıyı okuyanlarda en azından, bu ülkede olup bitenleri tek boyutlu görmenin problemli olduğuna dair bir farkındalık oluşur mu, Susan Buck-Mors’un “çağdaşını bilme” yükümlülüğünü hatırlatması bir ilgi uyandırır mı bu tarafta olup bitene? Hiç sanmıyorum. En azından bundan sonra başında, bu konuya duyarlı olduğunu bildiğimiz ve edebiyata, düşünceye tek gözünü kapatarak bakmadığından emin olduğumuz Burhan Sönmez’in olduğu Ayrıntıİdea dizisinden yayınlanacak kitaplarda bu tür hataların yapılmayacağını ümit edelim.

Hamiş: Şöyle bir olay var, onu da eklemek gerekli sanırım, “ortamcılık” diyebileceğimiz bir şey de var, yani kendi çağdaşlarını tanımanın, kuşağının uğraş ve söylemlerini bilmenin ötesinde, bizatihi bu tanışıklığı esas alma hâli, kutupsuz bir düzlemde yazar/şairlerin çıkar-merkezli kaynaşması ve okura değil bir süre sonra bir iktidar alanına dönüşen bu kaynaşık varlığa kendilerini onaylatmaya çalışması olarak tanımlayabiliriz bunu.

Etiket(ler): , , , , , , , , , , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Ayrıntı Müslümanları Ne Zaman Tanıyacak? için 1 cevap

  1. Ahmet Örs diyorki:

    bi kitap versek de ayrıntı’ya, bassa; hem tanışmış oluruz:

Bir cevap yazın