Ahmet Örs, Halkada Duranlar adlı şiir kitabını yayımladı. Kitaptaki şiirler, 2021-2000 yılları arasına tarihlenmiş olarak geriye doğru sıralanmış şekilde. Şairin geçen yıl yayımladığı dört öykü kitabında yer alan öykülerle bu şiirler arasında ilk bakışta bir içerik benzerliği hemen dikkatleri çekiyor. Aynı kaygı ve çabanın ürünü olarak görülebilecek bu şiirler; merkezde Ortadoğu ve Türkiye olmak üzere acının ve haksızlıkların yoğunlaştığı bütün bir insanlık coğrafyasını, göç ve mülteciliği, Kürt sorununu, talan edilen doğayı ve bu minvalde azalan insani değerlerin hissiyatını taşıyan poetik bir sesleniş olarak okunabilir.
Edebiyatın onarıcı ve özelde şiirin diriltici nefesinin yaşadığımız ağır insanlık tablosu önünde nasıl bir karşılığa ve etkiye sahip olacağının düşünülmesi gerekiyor evvela. Şiire bu anlamda kişiye bilinç aşılama ve karşı koyma azmi yükleyen güçlü bir telkin olarak bakılabilir. Seslerle ve kelimelerle kuşanarak yaşamın kötücül güçlerine ve eğilimine yönelik iyileştirici, yaşatıcı bir pozisyon alma şeklinde de okunabilir bu. 2000’den bu yana yakın ve uzak coğrafyalarda yaşanan acıların bireysel ve toplumsal düzlemde poetik bir kaydı niteliğinde adeta şiirler. İnsan ne yapar, şair ne yazar yıkımı gördüğünde? Kalem tutan eller, bunca yıkıma müşahitken sözü güzel kılmakla yetinilse edebî işlev gerçekleşecek mi? Henüz teslim olmamış bir ruhun, mirasyedilere rağmen güvenle sahiplenilen değerler dünyasının bu şiirlerde güçlü bir temsiliyet durumunu yokladığını görmemek elde değil. Bu nedenle “halkada duranlar”a sesleniyor şair. Halkada duranlar kimdir? Kenetlenmeyi ve benzeşmeyi sağlayan insani çabanın ve duruşun sahipliği kime kalmıştır? Bütün bir iddianın nasıl bir vaziyet içinde seyrettiğine yönelik bir hasbihal, muhasebe ve poetik yoklama eşliğinde sorular, sorgulamalar ve eleştirel bir çerçeve ağır basıyor kitapta.
Örs’ün şiirlerinde dilin iki yapılı bir özellik gösterdiği söylenebilir. Yinelemelerle çoğalan dizeler coşkuyu taşırken arada veya sona doğru sözlerle büküm sağlanıyor. Kimi şiirlerde temponun düştüğünü ve içeriğin düz yazıya yaklaştığı da söylenebilir ama vurucu diğer şiirlerle uyum ve bütüncül yapı oldukça korunaklı gibi. Sona doğru şiirlerde ise bir durulma ve yoğunlaşma var; aslında kronolojik yapı şiir dilinin değişimini de gözler önüne seriyor. Önceki tarihli şiirlerde hissiyatın daha öznel bir yayılımla kendini gösterdiğinden bahsedilebilir. Yaşanmışlıkların verdiği hüznün, gösterdiği neticelerin şiirleştiği örneklerle karşılaşıyor okuyucu. Neticede şair, kendi yüreği ekseninde bir anlamlandırma ve seslendirme olanağını devreye sokar. Bu içsel ve dışsal olanın aynı pota içinde yakaladığı bir tür denge durumunu da gözler önüne seriyor.
Kitaptan seçkilerle şiirlerin anlam evrenine inecek ve okuyuculara da yer açacak olursak şu örnek kesit ve dizelerin genel eğilimi gözler önüne sereceği söylenebilir:
Yeryüzü Senin Değil mi Rabbim şiirinde şair, mültecilere yasaklanan yeryüzünün kime ait olduğuna işaret ediyor. Mülteci politikalarını ve kitlesel nefrete yol açan yaklaşımları açığa çıkarıyor. Aynı zamanda bu örnekte olduğu gibi kimi şiirlerde tematik bağların kurulduğu, geçişlerin sağlandığı görülüyor. Mültecilik meselesinin çevreci duyarlıkla poetik bir uyum yakaladığına şahit olunuyor. İnsanın azgınlığının çevresel ve sosyolojik yıkımla neticelendiği şiirsel bir gerçeklikle ortaya konuyor:
“Bir de linç elbette, bolca tahrik indirimli, ırkçılık takviyeli
Nihayetinde bozulmasın kimsenin huzuru canım, dönüversinler
Teknelerine, arkasına utanç duvarlarının, Akdeniz’in dibine
…
Dünya cennete döner mi yoksa cehennem, harlanarak cehennem
Karaları ve denizleri harlayıp ifsat, şöyle boylu boyunca müsilaj”
Mülteciliğin kendini gösterdiği başkaca şiirler de var. Ortadoğu Kırsalında Uzun Bir Gece şiirinde mülteciliğe yönelik sergilenen davranış biçimleri, Ortadoğu’nun büyük acıları ve kaybı eşliğinde anlamsal bir bütüne varıyor. İki bölümlük şiir destansı bir eda taşıyor. Benzeşik yıkımlar, benzeşik aldanmalar ve aldatmalar coşkulu bir şekilde anlatılıyor fakat bu coşkuya kahır eşlik ediyor:
“Burada bulvarın ortasında tam otobüslerin taksilerin ağaçların
Gürültünün karmaşanın egzosun tam ortasında bütün kirlenmişliğin
Bir mendille bir cikletle bir pet şişeyle o sevmediğiniz pet şişeyle
Kirli bir sûretle kirli bir parmakla karışık yarım ağız bir dille nefretin
Aman ezilecekler aman kırmızı yansa da yakalanmadan şunlara
….
Yine çığlık çığlığa şu kirli sûretler nasıl oluyor diyerek burada bulvarın tam ortasında
Tam ortasında Halep’in Şam’ın Rakka’nın Musul’un Kerkük’ün Kobani’nin”
Fatih’te Bir Akşamüstü şiirinde, başlıktan da anlaşıldığı üzere bir mekân ve kesit üzerinden eleştirel bir çerçeve çiziliyor. İslamcılığı temsil eden Fatih’te bir akşamüstü rutini yaşanmaktadır. İslamcıların köylülüklerine yönelik çözümleyici dizeler, “cihatlara utangaç kısılı gözler”den, “devredilen devrim”den söz açılır.
“Çünkü enteresandır köylü yanlarına yaslanır hâlâ halkımız
Elbet İslamcılar da çok büyük kısmıyla köylüdür
…
Fatih’in akşamüstleri rutubete hicret eder, kısılı gözler cihatlara utanarak.
Fatih’te bir akşamüstü demli çayların, dedikoduların eşliğinde
Bütün müktesebatı paketlemek maalesef mümkündür
…
Devrim bir başka zamanın akşamüstlerine devredilmiştir.”
Yanlış Kış şiiri, yinelen ilk dizesiyle çarpıcı bir etki bırakırken ulanan diğer dizelerle yanlışın adresini değiştirir. Yanlış doğada değildir. Objektiflere yakalanan yine insanoğlu ve azgınlığıdır ve “şaşkın ağaçların yalnızlığı” ise bütün bir yaşamsal yalnızlığı imlemektedir:
“Haliç kenarında ağaçlar çiçek açmış, yanlış kış
Kargalar Haliç’i ölçüyor sesleriyle, boydan boya
İki yaka arasında kalmış o boşluğu ölçüyor
Boşluk dedikse yine de birkaç site dikimlik iki ada var
O boşlukta temel tutar mı, neden tutturulmasın
Bir toki ihalesine bakar bir de kargaların ölçümüne
Bir de çiçek açan şaşkın ağaçların yalnızlığına
…
Haliç kenarında ağaçlar çiçek açmış, yanlış kış
Beton ormanlar yükseliyor kıyılardan adaların yalnızlığına”
Boşluklara İlerleyelim şiiri de Fatih’te Bir Akşamüstü ve Yanlış Kış’ta görüldüğü gibi bir gözlem şiiri. Şair, İstanbul nezdinde değişik hususları ele alıyor. Yalnız bu gözlemlerde İstanbul’u dinleyen şairin gözleri kapalı değildir. Bu şiirde öğrenciler, çalışanlar ve telaş içinde tükenen yaşamlar ağır tabloyu gösteriyor:
“Bir çocuk otobüsten iniyor sırtında çantası
Ağır kitaplar taşıyor bir yandan, kafasında robotik kodlama, skolyoz
Yaşlı bir adam ayakta ve Haliç’e bakıyor
…
Biraz öksürüyor az ilerdeki
Çünkü işçi sınıfı yer altında ve rutubet içre çalışır biliriz
…
Belki kaçırırız durağı diye iki kadın
Ev temizlemekten, zengin çocuklarına bakmaktan dönen iki kadın
Asla ayrılmıyorlar kapıdan
Otobüs şoförü boşluklara ilerlemelerini istese de
Karanlık iniyor Haliç’e, çocuklar annelerini bekliyor”
Halkada Duranlara şiirinde İslamcılık için mağlubiyet ve mahcubiyetin izine rastlanmaz. Yalnız sıkı bir muhasebe ve temsiliyet yanılgısı yoklanır. “Efendilerin belalıları” olan Müslümanlara ne olduğu, nerede yanlış yapıldığı tefsir dersleri nezdinde yaşanan sosyolojik değişim ve netice yoklanır. Yinelenen “nasıl” sorusu şaşkınlığın sorusu değildir ve muhatapları yüzleşmeye davet eder:
“Tefsir dersleri sürerken bir masal âleminde miydik yoksa gerçeğe dokunmayan
Yoksa tefsir derslerinin yanında olması gerekenleri mi ihmal ettik
Sigarasızlık bilincine varılan yıllar mı yaramadı, bir izahı olan söylesin
Sıkılı yumruğu indiren, bakışı düşüren gerekçenin hikmeti nedir
Birisi söylesin, belgisiz zamire havale etmeden birisi, derinlemesine hikâye etsin
Şu yalan dünya tefsir derslerinin büyüsüne nasıl galebe çaldı söylesinler
Arkadaşlar, adaletin yılmaz savunucuları, ah arkadaşlar, efendilerin belalıları
Tefsir dersinin neşesini nasıl söndürür, nasıl yalnızlaşır insan onca söze
Sonra her biri ayetin hayatları tefsir ederken nasıl, onca büyük laflara
Onca büyük isyanlara nasıl, nasıl bir tufana, nasıl bir geleceksizliğe…”
Üçüncü Sürgün, Kürt sorununu işleyen ve duyarsızlığı mahkûm eden bir şiir. Yüz yıllık bir sorunu muhataplara “duymadın” şeklinde itham ederek sahiplenen, dinmeyen sürgünlüğün sesine iştirak eden bir niteliğe ve netliğe sahip. Bu meselenin iddiayı içten içe kemirdiğinin, önüne engeller koyduğunun farkında olunmadığı tecrübelerle sabit. Şüphesiz şiir, analizlerden öte insani olan bir konumlanmanın ürünüdür elbette. Aynı zamanda ideal gerçekliğin yoğunlaştığı ve rafine bir hal aldığı dile yaslanır. Tekabül ettiği dışsal gerçekliği, cesaret ve riskle karşılayabildiği ölçüde etki alanı genişletir ve sözünü büyütür. Sözü güzel söylenmesi ise işin estetik boyutunu oluşturup güce naiflik katar. Ahmet Örs’ün bu şiiri, söz konusu bağlamda önemli bir örneklik sunuyor:
“Sur’da bir değil pek çok gedik açıldı sesleri duymadın
Bombayı kanası kurşunu ölüyü duymadın
Feryadı sancıyı Ulu Cami’den yükselen salâyı duymadın
Duymadın Nusaybin’i Cizre’yi, Silvan’ı yüz yıldır
…
Büyüyor açılan gedik Sur’da büyüyor yüz yıllık yangın
Bağdat’tan Şam’dan Halep’ten Kobani’den yana büyüyor yalnızlığımız
Yıkılan kaçıncı evimizdir kazılan kaçıncı çukur içine düştüğümüz
…
Karanlıkta sızlanan sızlandıkça azar azar işitilen bir ağıt
Yakıyor barutla genzimizi insanlığımızı müslümanlığımızı”
Geçip Giderken Söylenmiştir şiiri, adına mukabil uzun bir muhasebenin ve gözlemin ürünüdür. Diğer birçok şiirin de adeta taşıyıcısı konumundadır. Şiiri başlatan “bir ses” ortak bir sese dönüşüp ekolojik yıkımdan, yıkıcı siyasetlere, pedagojik yanılgılardan kentsel tükenmişliğe değin çarpıcı dizeler içeriyor:
“Bir sesi var saydığım onca insanın içinden geçtiğimiz bir sesi
Sonra sen varsın onca insanın içinde bulduğumuz sesimiz
…
Yürürüz hep beraber çocuklar var yanımızda kadınlar öğrenciler
Onca sesi var insanların onca ıssızlıkta yalnızlıkta yabancılıkta
…
Tarlaya çobana çocuğa kırlangıça evin önünü süpüren çöpçü amcaya
…
Sonra toplayıcılar var kartonlar teneke kutular plastik şişeler
…
İsyanın özlemi sonra onca insanımızın sesi patlayan barajlar sandıklar
Borulara alınan sularımız şişelere alınan sularımız gökdelenlerimiz
Patriotlarımız Natolarımız üslerimiz Kürecik İncirlik serçecik
…
Ah sizi ne çok sevdim betonda açamayan türkülerim
…
Dillenmeyen öfkem benim söylenmeyen türküm sıkılmış yumruğum
Döne döne çıkamadığımız yollar kavşaklar kredi kartları insanlığın
…
Büyümeyen çocuğum benim körpe kuzum servis mahkûmu yavrum
Okul mahkûmu yavrum benim dört zindanı taşıyan, taşıyan”
Bazı şiirlerde öykü tadı var, anlatım ve aktarım ustaca sağlanmış. Ayrılma Sakın şiiri bunu örnekliyor:
“Bir şeyler söylüyordun bana
Ayrıldığımız istasyonda bir şeyler söylüyordun
Ayrılma sakın diyordun, bugün ayrılsak da
Ayrılma sakın”
Son olarak ironik bir şiir de dikkatleri çekiyor. Kuyu Boru Soru şiiri, tarihlendiği 2009 yılının siyasal atmosferine selam çakıyor:
“çıkardık işte kardeşim
kuyulardan kemikleri
kim ne diyebilir bundan geri
olan olmuş ne yapalım
istiklal mahkemelerini de
karıştırmayın şimdi
ha bir de çıkan mühimmatı
soruyor birileri
bakın onlar sadece
borudur boru
o yüzden bu konuda bir daha
sormayın soru”
Ahmet Örs’ün “Halkada Duranlara” şiir kitabı, bütün halde okununca insana kararlılık bahşeden yönü çok belirginleşiyor. Okuyucuyu kendisinin, toplumunun ve coğrafyasının gerçekliğine davet eden bu şiirler; bir tür hatırlama, hafıza ve yüzleşme işlevi görüyor.
(Nida Dergisi, 208. sayı)