Hep Tereddüt – Nazlı Nesibe Kılıçoğlu

Hacı Ahmet’in tarlasından kuşlar havalanıyordu. Balkon demirliklerinin arasından bir gözünü kapatarak onları seyrediyor, demirliklere açık kapı hayal etmeden iyice odaklanıyordu. İçine sığmayan tonlarca his gibi, kuşlar da bir koğuşun, bir hücrenin içinde can havliyle çırpınıyordu. Kadrajından aniden çıktıklarında sanki yollarına devam etmiyorlar, göğsünü yırtıp tekrar hücrelerine dönüyorlardı. Oysa başını eğdiği yerden bir kaldırsa, geriye çekilecek olsa biraz, bir yenilgiyi kabullenir gibi değil de bir gerçeğe yorulmaksızın koşar gibi, kuşların yalnızca gökyüzüne asılmış birer yıldız olduklarını görebilirdi. Fakat bunu ne istedi, ne de yaptı. Küçük oyunundan memnun, bir gözü kapalı, boynu eğik, elleri aşağıda öylece seyretti.

“Domatesleri tereğe bırahtım. Bahçeye inirem.” diye seslendi aba. Anneye “aba” derlerdi köyde. Çocukken amcası annesine ne diyorsa o da onu kendince bellemiş, babaannesine aba diyordu. Abası önce uzaktan seslenir, sonra yavaşça yaklaşarak kapının aralığından bazen onu bazen seyrettiklerini yoklardı. Sessiz ve ılık nefesi rüzgârla birlikte kirpiklerine, göz bebeklerine ve kuşların kanadına takılır, soğurdu. Her gün domatesleri tereğe bırakırdı, olur da put gibi gün boyunca çıt çıkarmadan oturduğu yerden kalkar da evin işleriyle ilgilenir diye. Her gün hiçbir köy işini umursamadan, abasının o inişini takip ederdi o da. Dimdik, vakur, ağır ve kederli… Olur da bir anda döner, bakışları yüzüne sarılır diye.

Aba bahçeye iniyor. Omuz başlarından toprağı, gökyüzünü, uçurumu görüyor. İki beyaz mezar gözüküyor yeni yolun kıyısında, uçurumun ucunda. Annesi her anlatmaya başladığında on iki yaşına basardı: iki beyaz dantelli beşik… Hayat yolunun uçları nasıl da benziyor birbirine. “Biri kız biri erkek doğmuştu. Bir bebek doğduktan sonra hasta oldu mu, kimse kalkıp şehre götürmezdi. Ölümlerini bekler gibi… Eksik doğan ve bunun üstesinden gelemeyen kim olursa olsun ölüme mahkûmmuş gibi… Hastadır, muhakkak iyileşir. Başka ihtimal yoktu. Yengem tarlaya gitme vakti geldiğinde bırakırdı bana, ben de ırgat gitmezdim, tüm gün onlarla oyalanır dururdum. Bir gün salladığım beşiklerden ağlama sesi gelmeyince, hastalığın ve eksik olmanın en ağırını herkes sessizce toprağa gömmüştü.” Ölüm bazen öldürmez, diye düşünüyor insan; tıpkı çocuğun çocuğa emanet edildiği bu anlatıdaki gibi. Açık bir kapı bırakır, mutlaka dokunmasının imkânsız olduğu bir şeyler vardır sanıyor. Fakat o mezarlar şimdi ondan ihtiyardı ve hep altı aylık kaldılar bu dünyada. Gemlik’te o yengenin zeytin bahçesine boylu boyunca uzanmış, ellerini de zihninin altına almışken yavaş yavaş salınan zeytin dallarını ve açık gökyüzünü seyretmişti. O zaman aklına Arafat ve bu küçük mezarlar gelmişti yine. Kimse yasak düşüncelerini duymasın diye de kovuvermişti hemen. Bu balkondan bozma çıkıntıda otururken hep hatırlardı o uzanışı. Keşke buralarda da zeytin ağaçları olsa, diye söylenirdi her seferinde, ardıç ve çam ağaçları yetmiyor insana. Oysa bir ağacın diğerine hangi anlamda nasıl bir üstünlüğü olabilir; ağaçların arasında gördüğü farklılıklar bir kuruntudan ibaret, zihnindeki kavganın biraz dinginleşmesi içindi sadece.

Bir hayali tamamlamak, tüm anlar boyunca söylenmiş kelimelerden yeni bir tablo oluşturmak, annelerin gözlerindeki bir anıyı yaşamak ne kadar zaman alır? Bilmiyorum. Dışarıdan hâlâ kuşların uçmaklarından öfkesini inşa ediyor gibi dursa da aslen görüntülerin boğduğu bakışlarında aynı noktaya bakarken zamanın geçtiği belli. Aba, bahçenin kapısını her köylü gibi ince demir tellerle kilitliyor. Bu kapıyı ayı açmasın yeter, insandan koruyacağı bir şeyin olmadığı tek yeri belki de burası. Ağır adımlarla çıkıyor kısa yokuşu, kilitlediğine emin olmak için bir defa bakıyor arkasına. İlk evinden ayrılırken, zorla koparıldığı ufacık oğlan çocuğunun gözlerine baktığı gibi. Ne kadar bakarsa baksın hep tereddüt olacak içinde, en azından bu tereddütten emin olarak sağlam basıyor adımlarını. “Bir erkeğin bu kadınların adımlarında göremeyeceği ne çok şey var!” diye düşünüyor seyrederken. Alelâde bir yaz tatilinde gelmiş köyüne, apartmanında yapamadığı bir semaver çayını doyasıya içmek yerine sökülmüş duvarların en köşesine durmuş, kendi dünyasına yabancı sayısız sahneyi zihninde oynatıyor. Birkaç on yıldır dünyada olan bu insancığın neleri anladığı söylenebilir? Aba, nihayet dış kapıyı açıyor. Gıcırtıyla birlikte zihnindeki geçmiş zaman perdeleri kapanmaya başlıyor genç kızın, akşamdan erken kararıyor gözleri.

Etiket(ler): , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın