Pandora kitabevinin İstiklâl şubesi kapanınca rutinim bozuldu. Yıllardır haftada, hadi bilemediniz on günde bir muhakkak uğrayarak yeni yayınları takip edip kimilerini satın aldığım İstiklâl’deki Pandora kapatılınca evet, rutinimden önce moralim bozulmuştu. Nişantaşı’ndaki merkeze gitmem gerekecekti artık.
Gideyim dedim ben de, yaz tatili de epeyce bir ara verdirmişti zaten.
Fatih’ten 87’ye binmek gerekir Taksim’e gitmek için ancak o otobüsler Harbiye istikametine devam ederler esasen, Nişantaşı’na sapan yolun ağzında dururlar, vakti gelince dönmek için. Orada indim, az ileride imiş. Nasıl olduysa hiç uğramamışım. Yazık bana! Daha ferah, geniş bir mekân ama “yeni çıkanlar” bölümü paralel bir büyümeye sahip olamamış açıkçası. Yaz rehaveti midir nedir, yerli-yabancı muhitler pek çalışmamış, kısır bir düşünce ve sanat üretimi olmuş. Çok üzüldüm, kayda değer yeni yayın bulamadım. Metis yayınlarından ekoloji temalı bir roman aldım, bakalım ne anlatacak, heyecanla bekliyorum: Cenup – Carlos Fonseca, Metis yay, 199 sayfa, Eylül – 2022. (Bana sorarsanız romanın adındaki u şapkalı olmalıydı. İlkokula başlayıp edebiyat öğretmenliğinde emeklilik menziline yaklaştığım vakte kadar mesele olmayı sürdüren o şapkadan… Bu arada, teorik metinlerde son dönemlerde sıkça karşımıza çıkan “veçhe” kelimesi gibi Arapça -hadi Osmanlıcalaşmış diyelim- “cenup” kelimesinin kavramsal kullanımı dikkatimi çekti. Dildeki derinliği bu kelimelerle kurtarma politikası temel hatalardan dönülmesi bakımından bence isabetli.)
Dergi standı da canlı değildi, ben de fazla oyalanmayıp Pandora’dan ayrıldım. Nasıl olsa artık oradayım.
Benim güzergâhım esas itibariyle otobüslerin bizi bıraktığı durağın sol yanına düşer: Mecidiyeköy tarafına. Nişantaşı’na yürüyeyim dedim, epeyce oldu oradan geçmeyeli. Her bir şey aynıydı bence. Okullar açıldığından sebep (Beytullah burada “sebep”li kullanımı tercihiyle hatırlanmış olsun.) ortalıkta öğrenci kalabalıklığı vardı. Öğrenci kalabalıklığı güzeldir. Genç olmalarından, kayıtsızlıklarındandır herhalde. Tam da veli toplantısından çıkmıştım: Ne olacak bu gençlerin hâli! Neşeliler yine neşeliydi, zenginler yine zengin. Hadi neşeliyi anladık da zengin olduklarını nereden çıkarıyorsun, diyenler olacaktır. Yiyip içtiklerinden, oturdukları mekânlardan diyelim. Şu enflasyonist ortamda!
Avukat Mehmet Ali abi ile denk geldik: yaban ellerde! Oralarda yani, olmayacak şey. İstanbul bir küçük kasabadır. Nişantaşı o kasabanın bir mahallesidir. Orada tanıdıklara, eşe dosta denk gelinir; ayaküstü muhabbet edilip dertleşilir. Biz de Mehmet Ali abi ile aynen öyle yaptık, Medine sözleşmesine dahî değindik. Diğer avukat Mehmet Ali’den bahsettik, İzmir Tire’den falan… Ayaküstü muhabbetlerinin kısalığına bakılırsa yanılmak kaçınılmazdır. Pek bir verimlidirler. Öyle madem, devam edeyim dedim; Mehmet Ali abiden ayrıldıktan sonra koyuldum yola ama nasıl uykum var!
Oralar hareketliydi, sosyolojisi aynı idi, bilen bilir. Apartman ve kaldırımları, apartmanlardaki yüksek muayene ücretiyle hizmet verdiklerini zannettiğim doktor ve mimarları, çınarları; ileride, sağda durup duran Anadolu lisesi bile! Sonra, bilenler bilir (Ne beylik laflar ama!) dik bir yokuştan aşağı, Fulya tarafına! Oralarda özel hastaneler vardır, lüks otomobil satan galericiler, Beşiktaş kulübünün simgesellikleri… Yazık, kısacık boy yaparak Hakkı Yeten heykeli dikmişler. “Baba Hakkı” derdi Halit Kıvanç ama memleketin derdi çok, insanı daha çoktu. Küçük ve büyük burjuvazinin eğlencesi kimi ilgilendirir, derken ileride, sağda Ihlamur Kasrı göründü.
Kasır, saray, konak, köşk bizi bozar. Çok şükür!
Solda Barış parkı. Barış iyidir ancak İsrail bayrağı vardı, ayarım bozuldu. 1984 romanındaki ironi sıyrılıp geldi. İsrail, Barış parkında! Manşet nasıl? Onca yolu tepip hatıraların izini sürerken karşımıza çıkan tatsızlığa şimdi ne demeli! Solda, bayıra doğru yükselen parkın orta seviyesinde bir cemevi var. Oradaki işletmede çalışan abla ile tanışmıştık. Saçını bağlayış şeklinden Tokat ya da Sivas’tan, diye düşünüp sormuştum. Sivaslı imiş. Eşim hanımefendi ile de birçok defa uğradık yanına ama gitmeyeli çok olmuş. Şimdilik yine çıkmadım. Geç kalırım diye de, neye geç kalacaktım, bilmiyorum. Biraz böyleyizdir. İzah edemeyiz, fazla da zorlamaya gerek yoktur. Dünya gözüyle gördüm ya, şimdilik bu da yeter.
Nedense biraz kafam dağınık, bulanık ve sisli idi. Bakışlarımı toparlayıp netleştiremediğimi fark ettim. Alışkınım gerçi ama alttan alta endişelendiğimi de itiraf etmeliyim. Acaba neler oluyor? Bünye yine sinyal mi gönderiyor? Açlıktan mı oluyor yoksa? Biraz açım ve çay içmem gerekiyor aslında. Burada da hepsi pahalı mı pahalı! Nasıl yapsak, Balkan lokantasına kadar sabretmeli. Tabi aynı zamanda yürüyorum. Kasır ve Barış parkı geride kaldı. Büyük, ulu binalar ve hastaneler, pahalı araçlar hep geride kalmıştı az evvel. Fulya falan, bence karakteristik bir şey kalmamış, her bir yan saç ekim tesisleriyle dolu. Daha çok Ortadoğu halklarının zengin olanlarına hizmet veriyor. (Zenginler halktan sayılır mı?) Beşiktaş çarşısı belirmeye başladı. Çok heyecanlı.
Beşiktaş çarşısı da aynı çarşıydı.
Birkaç inşaat başlamış. Cadde boyu dükkânlar, bıraktığım gibiler. En son çevreci bir derneğin Oya Baydar söyleşisine gitmiştim, Oya hanımı bizim ÖYB’de söyleşiye davet etmeye. Bir akşam vaktiydi Kimse ‘hoş geldin’ dememişti. Ben de pek alınmadım doğrusu, hatırlıyorum da ev sahibiymiş gibi epeyce konuşmuştum. Oya Baydar’la da tanışıp sohbet etmiştim. Eksik olmasın davetimi kabul edip kararlaştırdığımız tarihte gelmişti söyleşiye. Güzel bir etkinlik olmuştu. Katılım da oldukça iyiydi. O akşam da aynı gözlemde bulunmuştum: Bir sıkışmışlık hali, Kadıköy benzeri. Seküler mahallelerin son yıllardaki fotoğrafı denebilir. Bir ara uzunca konuşmalı muhakkak. Bir mobilyacı vardı, göremedim. Ev malzemeleri satan dükkân yerindeydi. Hatta eskisi gibi bir alışveriş daha yapayım dedim lâkin her şey pek bir pahalanmıştı. Sütlaç yediğim bir yer vardı, kampanya yapan bir esnaf… Onu da göremedim. Aklımda Balkan lokantası… Aç olduğum için oyalanmadım, vardım gittim Balkan lokantasına. Ne yapsan asgari kırk lira… Hadi bakalım deyip kaşığı sallayıverdim.
Yolculuğa nereden devam etmeli?
Az önce geç kalma korkusu vardı anlamsızca, şimdi tercihim Üsküdar, yaşasın! Boğaz da karşı kıyılarına çabucak varılan bir yer. İyi ki… İyi ki boğaz var, iyi ki karşı kıyılar var, iyi ki tekne ve vapurlar… Yoksa İstanbul olur muydu, hiç sanmam! Poyraz etkili esiyordu ama vapurun üst katına oturdum. Serinlik yüzümle net ve keskin bir temas halindeydi, bir de kollarımla. Üsküdar’ın Beşiktaş’a bu kadar yakın olması çoğu kez anlamlandırılamaz. Eminönü ile Üsküdar? Yok, asla! Haliç hattını hiç saymayın, garibim!
Şimdi karşı yakada, Üsküdar’dayım. (Hakikaten ya, neden İstanbul’da “Karşıyaka” isimli bir semt yok? İzmir’de, hatta Tokat’ta bile var, Yeşilırmak’tan sebep ama İstanbul’da Haliç ve boğaz olmasına rağmen Karşıyaka adlı bir muhit/semt yok. Bu hayret verici mevzuyu da biz gündeme getirmiş olduk. Ne mutlu!) Üsküdar’da olmak da insana ayrı bir neşve vermiyor değil hani! Tanıdık, tarihi mekânlar… Fatih’in bir benzeri… Öğrenciliğimizden beridir bu böyle. Gerçi öğrenci iken pek Üsküdar’a takılmazdık ama bizimdi yine de Üsküdar. Şimdi daha çok bizim. Bizim mi acaba? Şimdi düşündüm de, pek değil gibi. Üsküdar, kafe cemaatinin olmuştur. Mümkün olan her yerine kafe açılmıştır. Kendi şehirlerinde turist konumuna düşürülen insanlar için trajik son. Koca kitabevleri ancak kafe konseptiyle sürdürebilmektedirler varlıklarını.
Biz arkada, Kemah kafeye takılıyoruz.
Şimdi biraz dağılsa da ekip tekrar toparlanacaktır elbette. Buna olan inancım tamdır. Ara ara da tek başıma ziyaret ederim bu mekânları. Onun da ayrı bir güzelliği vardır. Çaycı arkadaşlar alışmıştır sana. İkinci bir yuvan olmuştur. Misal: Dayılar çay evi, Atpazarı’nda. Onu da ayrı hikâye etmeli… Yeni Valide camiinin oralardaki kafelere pek alışamadık sanırım. Bazen eski İslamcı abilerle karşılaştığımız çay ocaklarının önündeki tabureler gönül ferahlatsa da üzerimizden atamadığımız bir yabancılık vardır, bırakmaz bizi ve muhakkak o mıntıkada Deniz’e rastlarım.
Kemah kafeye giderken sıcak simit, biraz da fıstık almak adettendir. İnşaatı biten meydan bir ferahlık vermiş Üsküdar’a, altını otopark yapmışlar. Kemah kafede tek başına oturup çay eşliğinde fıstık yemek de fıstık gibidir. Yine eski-yeni İslamcılardan kimilerine denk gelirsin yolda, o da başka bir heyecandır: yılları evirip deviren, tartışmaları hatırlatıp harlandıran…
Üsküdar’ı terk etmenin bin bir türlü yolu var desem, “doğrudur” deyin lütfen. Marmaray, Eminönü ile Eyüp vapurları. Nereden, nasıl isterseniz! Metrobüs falan da yapabilirsiniz. Yeter ki İstanbul tarafına akmayı kafaya koyun. Eski romanlarda Kuzguncuk’tan, Beykoz’dan İstanbul’a inişler anlatılır ya, çok tatlı masalımsılıklardır. Şimdi her bir yan İstanbul olmuş. Obez İstanbul. Yine de güzeldir İstanbul. Eyüp vapuru elbet benim için en güzel seçenektir. Marmaray parça parça ve koşuşturmalı bir tercihtir. Eminönü hattı da öyle. Tabi, Haliç hattının saatini kaçırmayacaksın dostum. Sükûnetle süzüleceksin çırpınan Boğaz’ı geride bırakıp durgun Haliç’e doğru. Süleymaniye’yi, Fatih ve Yavuz Selim camilerini; derken kırmızı kiliseyi, pek tabi Balat’ı, güzelim Haliç iskelelerini temaşa edeceksin, Kasımpaşa taraflarına pek yüz vermeden…
Sonra Eyüp gösterecek kendini, sükûnetin timsali olarak.