İyonya felsefesi, evrenin daha çok maddi yönünü açıklamaya çalışan bir felsefi gayrettir. Bu felsefi çabada insan, felsefenin kapsama alanı içerisinde değildir. İyonya’da evrenin maddi yönünü açıklamak için yapılan gözlemler duyu organlarıyla yapıldığı için doğru sonuçlar vermemiştir. Evren tasavvurlarında insanın yer almamasının sıkıntıya yol açması kaçınılmaz bir durumdu. Sofistler bu açmazı gördü. Meseleye insanı da dahil ederek ve insanı fail bir pozisyona oturtarak “Hakikat diye bir şey yoktur, her şey insanın bakış açısına göre değişkenlik arz eder; varsa da bilinemez!” dediler. Böyle olunca dünya tarihinde sonraki dönemlerde de karşılaşacağımız bir düşünce krizi çıkmış oldu. Çünkü hakikat diye bir şey yoksa birbirimize nasıl doğruyu, adili, güzeli tavsiye edebilirdik ki? İşte bu düğümü tabiri caizse peygamberane bir müdahale ile çözen kişi Sokrates’ti. Sokrates değerler üzerinde ortaklaşmanın nasıl mümkün olacağına dair bir yöntem ve fikir belirtiyordu fakat bu nitelikteki bir fikir veya yöntem, tavsiyeler seviyesinde kalamaz çünkü toplum olmanın temel meselesidir bu; ikna edici olabilmesi için insanların farklı soru ve ihtiyaçlarına cevap verebilmesi gerekir. Yani sistemleşmeye ihtiyaç duyar. Sokrates’in fikirlerini sistemleştiren Platon ve Aristoteles’tir.
Sokrates’in başlattığı “erdem bilgidir” tezi, Platon ve Aristoteles’in de pekiştirmesiyle o kadar etkili ve güçlü olmuştur ki sonraki dönemleri de ciddi bir biçimde etkilemiştir. Modern dönemlere kadar hep ahlakçı felsefelerin ortaya çıkması ve yayılması bu tezin gücünün göstergesidir. Sofistlerin her şeyi anlamsızlaştırmalarından sonra böyle bir tezin ortaya çıkması ve kendinden sonrasında belirleyici olması gücünü göstermektedir. Mesela sonraki dönemlerde ortaya çıkan ve hazcı olan Epikür bile ahlâkçıdır. O, ahlâkı haz temelinde açıklar. Ona göre, “Evrende iyi olan tek şey hazdır.” fakat bunu hayvanlar gibi hazların serbest bırakılması ya da her aklına geleni yapmak için değil iyiyi ve ahlâkı temellendirmek için yapmıştır. Yani “Öyle bir şey yap ki sana en büyük mutluluğu versin!” tarzında bir şeydir. Mesela insan cinselleşmeye meyilli bir varlıktır ama önüne gelenle bu işi zorla yapması onun için büyük bir acıya dönüşebilir çünkü bu rızasız ilişki sonucunda toplum tarafından dışlanır ve ceza alır ama bunu evlilik yoluyla yaparsa haz sürekli hâle gelir. Bu yönüyle Epikür’ün hazcılığı hedonizme teşvik eden bir hazcılık değil “En büyük hazzı garanti eden şeyi yap!” cümlesiyle ifade edebileceğimiz ahlâkçı bir yaklaşımdır.
Yunan felsefesi daha sonraki dönemlerde felsefi sistemler üretememiş ve ahlâkçılığa evrilmiştir. Sokrates’in ortak değer üretme yöntemini hatırlayacak olursak bunun kendinden sonraki tüm ahlâkçı felsefe ve dinleri etkilediğini görürüz. İslam, Hristiyanlık, Yahudilik, Epikürcülük vs. bunların tamamı temelde asgari müştereklerde birdirler. Çünkü Sokrates’in yöntemine benzer yöntemleri temel almışlardır ama insan bu asgari müştereklerden daha fazlasına ihtiyaç duyar. Bu anlamda bu farklı felsefe ve dinler daha bütünlüklü bir şekilde ele alındığında, mesela bir hayat perspektifi anlamında baktığımızda birbirinden çok farklı, hatta zıt şeyler ortaya çıkartırlar.
(Sokrates kendinden sonrasını “erdem de bilgidir, bilinebilir” teziyle etkilemiştir; “etik bilgi” teorisiyle değil. Bütün ahlâkçı öğretiler doğayla uyum içerisinde yaşanarak mutlu olunabileceğini kabul eder ve hepsi Sokrates’in etkisiyle uyum içerisinde nasıl yaşanacağının bilinebileceğini söyler ancak bilme yöntemleri hepsinde farklıdır)
Perslerin gelip İyonya’yı işgal etmesi sonrasında ortaya Pers-Yunan savaşlarının çıkması ve Yunanların da merkezi bir otoriteye dönüşmesiyle beraber İyonya’da felsefeyi doğuran şartlar ortadan kalktı ve ister istemez sonrasında dogmatizme kayıldı. Mesela Platon’un “idealar” teorisi akli bir yanı olmasıyla beraber dogmatiktir, ispatlanamaz ve bilinemez veya Aristotales tanrıdan dolayı zorunlu olarak ortaya çıkan evren teorisini ortaya atarak bir varlık hiyerarşisi çizmiş, evreni “ay üstü ve ay altı âlem” olarak ikiye bölmüş, en tepeye de tanrıyı yerleştirmiş ve tanrıdan uzaklaştıkça nurâni etkinin kaybolduğunu söylemiştir. Bakıldığında bu da yine aklî olarak ispatlanamaz ve temellendirilemez bir iddiadır. İşte bu teorilerin hepsinin birtakım doğal sonuçları vardır. Evreni, Aristotales’in dediği gibi tanrıdan dolayı vâr olmuş mükemmel bir yapı olarak görürsek bizim ona yapabileceğimiz herhangi bir müdahale olmaz çünkü o artık tanrısal bir yapıdır ve biz ancak “Neresinde duracağız, nasıl bir tavır takınacağız?” bunu araştırabilir, bunu sorgulayabilir ve buna karar verebiliriz. Aristoteles’ten hemen sonra Stoacılar “Evren zaten mükemmel, orada her şey olması gerektiği gibi, biz ona (doğaya) uygun bir hayat sürmeliyiz.” dediler. Yani “Evrende kötü bir şey yoktur, “kötü” olarak tanımlayan biziz; bu evrende olan her şeyin bir sebebi, hikmeti vardır.” anlayışını savundular. Dolayısıyla bu bakış açısı içerisinde ahlâk, başına gelene sabretmek, bir çeşit çileciliktir. Bu tabii ki ahlâki bir görüşleri olmadığını; hırsızlık, cinayet vs. gibi kötülük ve suçları onayladıklarını göstermiyor. Epikürcülük ise buna göre nispeten daha akılcı bir felsefedir. Ahlâkı kendisiyle temellendirebileceği, ispatlanabilir aklî bir ilke aramış ve hazzı bulmuştur “çünkü haz, bütün insanlarda vardır ve bu herkes için ortak bir temel olabilir.” diye düşünmüştür. Burada da insan en büyük hazzı garanti edecek davranışı seçerse ahlâki olan da ortaya çıkar demiştir.
Yukarıda bahsettiğimiz dogmatik ve ahlâkçı yapı Hristiyanlığın ortaya çıkışına kadar devam etmiş hatta Hristiyanlığın ortaya çıkışıyla da değişen bir şey olmamıştır. Hristiyanlıkla gelen ilahi vahiy uygun şartlar bulamamış, muhafaza edilmesini sağlayacak şartlardan uzak düşmüş ve kısa sürede tahrifata uğrayarak etkisizleşmiştir. Tahrifatın ardından Hristiyanlık birçok etkiye maruz kalarak Roma döneminde çatışma ve gerilim ortamlarında kısa sürede etki ve varlık göstermiş, kendisini kültür olarak sürdürmüştür. Bu kültür dahî Roma döneminde kendisini engellenemez şekilde yaymıştır. Antik Yunandan sonraki en güçlü felsefi sistem işte burada Hristiyanlığa karşı ortaya çıkmış ve buna “Yeni Eflatunculuk” denmiştir.
Yeni Eflatunculuğun kurucusu Plotinus’tur. Düşünce olarak uzak doğu kültürünün, Hristiyanlığın, Paganizmin ve Yunan felsefesinin özgün bir sentezi olarak ortaya çıkmıştır. Yeni Eflatunculuk bu kadar farklı kültürleri başarıyla bir araya getirdiği ve günün ihtiyaçlarını da göz önünde bulundurduğu için insanlar tarafından kolayca kabul edilmiş ve kendisine yayılım alanı bulmuştur. Plotinus, evren anlayışında Aristoteles’i temel almıştır. Aristoteles’in evren anlayışındaki boşluğu doldurarak “sudûr” teorisini ortaya atmıştır. Buna göre tanrı, o kadar azametlidir ki azamet ondan taşmıştır. Tek’in çokluğa çıkması akıl, ruh ve beden süreçlerini izler. Plotinus’a göre evrendeki bütün varlıkların bir ruhu vardır ve hepsi tanrısal bir yöne sahiptir. Bu yönüyle ruhlar geldiği kaynağa, yani ay altı âlemden ay üstü âleme, tanrıya gitmek ister ama oraya çıkabilecek ruh yoğunluğuna sahip tek varlık insandır. İnsanın da oraya çıkabilmesi için bir yolculuk geçirmesi gerekir, burada da reenkarnasyon mantığı ortaya çıkar; insanın dünyadan ve dünyevi zevklerden uzaklaşması gerekir.
Plotinus’un bilgi felsefesinde Platon ve nispeten Aristoteles’ten izler görülür: “Cisimler dünyasını bilmenin yolu duyulardır.” (Aristoteles) “Ruhu bilmek, ancak kendi içimize dönmekle olur.” (Platon) İşte Plotinus, bu iki anlayışı uzlaştırmıştır. Bu ayrımsal anlayış aslında dinlere de temel oluşturmuş olur ve Müslüman bilginlerin felsefeyle olan yakın ilişkileri de buradan ortaya çıkar çünkü Müslüman âlimler Aristoteles mantığını dış dünyaya dönük bilim ve akıl yürütme faaliyeti için, Platon’u da insana ve içe dönük yönüyle dini ve vahyi temellendirmek için kullanmışlardır.