İlk yazımızda felsefenin ortaya çıkışı ile ilgili iki temel nokta üzerinde durmuştuk:
Birincisi, yalıtılmış kapalı havzalarda insanları bir fikre ikna etmenin daha kolay olduğu; ikincisi ise ticaretin başlamasıyla kurulan site, şehir devletlerinde farklı medeniyetlerden insanların bir araya gelmesi ve bu yüzden de insanları bir fikre ikna etmenin kolay olmadığı ve aklî delillere ihtiyaç duyulduğuydu.
Bu iki temel noktadan hareketle de felsefenin ortaya çıkışını açıklamıştık. Bu noktada bilmemiz gereken bir başka şey de şudur ki her ne kadar site, şehir devletlerinde aklî ispata dayalı bir süreç yaşansa da bu ispatın imkânları, dönemin şartları itibariyle gözlemle sınırlıydı ve bu durum da bir süre sonra birbirini inkâr eden, yalanlayan fikirlerin ortaya çıkmasına neden oluyordu. Birbirini nakzeden fikirlerin zaman içinde bilgiye olan güveni sarsması kaçınılmazdır.
Ayrıca İyonya felsefesi evreni anlamaya ve açıklamaya odaklanmış, insanı felsefenin dışında bırakmıştı. Bu eksikliğin de zaman içinde soruna dönüşmesi engellenemez. Nitekim Sofistler de tam bu noktada ortaya çıkarak “Hakikat diye bir şey yoktur; varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz!” diyerek ortak değer fikrine karşı çıktılar. Bu ifade aynı zamanda insanı özne hâline getiren bir yaklaşımdır. Böylece Sofistler, “Söyledikleriniz sizin görüşleriniz ve mesele tam da bundan ibarettir; hakikat diye bir şey yoktur, farklı görüşler vardır, kim sözünü güçlü söylerse diğerlerini ikna ederek onu hakikat zannetmesini sağlar.” demiş oldular.
Aklî ispata dayalı söylemler başlangıçta evrenin maddi yönünü açıklamaya ve anlatmaya yönelikti. Burada birbirini yalanlayan söylemler ortaya çıktığında evrene dâir görüşler çatışmış ve birbirini reddetmiş oluyordu ama Sofistlerin ortaya attığı görüşle beraber mesele sadece evrenin maddi yönüne dâir bir anlaşmazlık değil, doğrudan ortak yaşam fikrine dönük bir tehdit doğurmuş oluyordu. Çünkü eğer Sofistlerin bu dediği kabul edilecek olursa birbirimize neye göre “Bu doğrudur!” veya “Yanlıştır!” diyeceğiz? Ortada herhangi bir sabite veya norm kalmamış olacak ve bu da bir nevi mutlak görelilik hâline hatta bir tür nihilizme yol açacaktı. Böyle bir durumda da ortam ya hitabetin gücüne, aforizmacılara ya da kim kime boyun eğdirirse ona yani güce kalmış olacaktı. Ama bu, insanı insan yapan unsurlar açısından doğru bir nokta değil çünkü insanı, insan yapan şey ürettiği değerlerdir. Bu açıdan bakıldığında da Sofistler söylemleriyle insanlık için ciddi bir kriz yaratmış oluyorlardı. Bu kriz Sofistlerle ilk defa ortaya çıksa da son olmayacak ve tarihin ilerleyen dönemlerinde farklı şekillerde tekrarlanacaktı.
O gün için bu krizi aşan kişi Sokrates oluyordu. (Sokrates’le ilgili şunu belirtmek gerekiyor ki onunla ilgili elimizdeki bilgiler sınırlı. Biz onu Platon üzerinden tanıyoruz. Buna dâir de çeşitli iddialar var.) Sokrates’e baktığımızda da onun bir felsefe üretmeye çalışmadığını, deyim yerindeyse tarihe peygamberane bir müdahalede bulunduğunu görüyoruz. Şöyle ki, dinlere ve semavi kültürlere baktığımızda mesela kutsal kitaplarda giriş-gelişme-sonuç odaklı bir felsefe oluşturma değil daha çok bir ahlâkî öğretiyi yerleştirme hedefi göze çarpar. Bir fikri her yönüyle açıklamaktansa onun hayata yönelik insan üzerinde oluşturacağı etkisini temel alır. Yani meselelerin işlevsellik tarafıyla ilgilenen, pratiğe dönük bir yaklaşımı vardır. İşte Sokrates’in üstlendiği rol ve yaptığı iş de daha çok böyle bir şeydir.
Sokrates, “etik bilgi koşutluğu” adı verilen teorisiyle özetle “Hakikat ve ortak değerler vardır, bunları aynı matematik teoremi gibi karşımızdakine anlatabiliriz.” diyerek Sofistlere karşı çıkıyordu. Bu anlamıyla Sokrates, kendisinden öncekilerden farklı olarak evrenin sadece maddi yönünü değil “Ortak değerler vardır.” fikriyle insanın kendisini de doğrudan felsefenin konusu hâline getiriyordu. Böylece tarihte ilk defa bu ortak değerlere nasıl varılabileceğini açıklayarak kendinden sonrasına önemli bir miras bırakıyordu. Sokrates’in müdahalesi bu açıdan tarihi bir öneme sahiptir.
Sokrates, hepimiz için geçerli ortak değerleri kavram yoluyla bilebileceğimizi söylüyordu. Buradaki “kavram”la ifade edilen şey “erdemlere dair görüşlerin kesişim kümesi”dir. Mesela “Adaleti, iyiliği veya ahlâkı tanımlamak istiyorsan; adil gördüğün, iyi bulduğun ve ahlâklı olduğunu düşündüğün davranışların kesişim kümesi adaletin, iyiliğin ve ahlâkın tanımı olmuş olur.” dedi. Yani ortak yönlerle elde edilen tanımla o kavram hakkındaki hakikati elde edebileceğimizi söylemiş oldu.
Bu yöntem aynı zamanda bize, birbiriyle hiç alâkası olmayan farklı kültürler içindeki insanların nasıl olup da birbirlerine benzer adalet, ahlâk vs. anlayışlarına sahip olduklarını göstermektedir.
Erdemli hayatın kavramlarının bir evrensel yönü, bir de zamana bakan yönü vardır. Evrensel yön ideal olanı, zamana bakan yön ise o dönemin zihin dünyasının ve akletme biçiminin ortaya çıkardığı sonuçları ifade eder. İşte Sokrates’in kesişim kümesi yoluyla tanımladığı kavram, o kavramın zamana bakan yüzünü verecektir. Örnek olarak Adana’da bazı hırsız köyler bulunmaktadır; bu köylerde hırsızlık yapamayana kız verilmez. Hindistan’da eskiden kocası ölen kadını da kocasıyla beraber yakarlarmış! Bunlar o toplumsallık içerisinde doğru ve meşru görülen şeylerdir. Dolayısıyla o insanlara iyi veya doğru davranışları sormuş olsaydık, hırsız köyler hırsızlığı, Hindistanlılar da kocası ölen kadını yakmayı iyi davranışlar arasına koyacaklardı. Çünkü herkes tarafından doğru ve meşru görülüyordu. “Bunun iyi ve doğru olmadığı nasıl görülebilir?” diye bakacak olursak, bu da ancak kavramın ideal yönüne müracaatla çözülebilir. Kavramın ideal yönü ise ancak dinler ve felsefeler yoluyla yani vâr olanın sorgulanmasıyla üretilebilir.
Sokrates’in kavram tanımı bu açıdan çok işlevsel bir yapıya sahiptir. Mesela bir evde bir grup genç beraber yaşayacaklar ve sorunsuz yaşamak için belirli kurallar koymak istiyorlar, burada ne isteyip ne istemediklerini listelediklerinde ve bunların da ortak kesişim kümesini aldıklarında birlikte yaşamalarını sağlayacak asgari müştereği oluşturmuş olurlar. İnsan hayatı çoğunlukla rutinlerden oluştuğundan asgari müşterek vasıtasıyla sorunların büyük bölümünü çözerek beraber yaşayabilirler. Ama rutinin dışına çıkıldığında ancak kavramın ideal yönüne bakarak yani dinlere ve felsefelere başvurarak sorunlarımızı çözebiliriz. Bir grup gencin bir evde beraber yaşaması örneğine dönersek şimdi o eve bir kadının da dahil olduğunu düşünelim. Bu durum, beraberinde o rutinin ve oradaki düzenin değişmesini getirecektir. Çünkü farklı bir cinsin gelmesiyle beraber artık mahremiyet alanlarına ihtiyaç duyulacaktır. Ama mahremiyet alanı dediğimiz şeyin ortak ve net bir tarifi yoktur çünkü bu, kişilerin durduğu dini, fikri, ideolojik noktaya göre değişmektedir. Mesela orada yaşayan kimseler komünist bireylerse cinsiyetin bir otorite ve ayrımcılık alanına dönüşmemesi için mahremiyeti olabildiğince silik tutmaya çalışacaklardır ama orada yaşayan kimseler Müslümansa bu sefer de mahremiyetin olabildiğince korunduğu bir ortam yaratmaya çalışacaklardır. O evdeki gençlerin kimileri Müslüman kimileri Komünistse o zaman farklılık baş göstermeye başlar. Farklılık dediğimiz şey sonradan dayatılan bir şey değil, o ortamda bulunan kişilerin niteliğine bağlı olarak karşımıza çıkan bir olgudur. Bu anlamda Sokrates’in yöntemi sorunlarımızı ana hatlarıyla ve rutinler bağlamında çözmemize yardımcı olsa da sadece ana hatları ve asgari müştereği verir. O rutinin dışına çıktığımızda yetersiz kalmaya başlar. Çünkü hayat sadece rutinlerden ibaret değildir. Eğer öyle olsaydı mesela ölen kadını kocasıyla beraber yakma ya da hırsızlığı meşru görme olgusu ebediyen değişmezdi.
Bir yanlışın ebedi hale gelmesi yönüyle bakıldığında aslında rutin, aşılması gereken bir şeydir. Bu açıdan Sokrates’in bu tarihi müdahalesi ve fikri, metodolojik olarak çok önemli olsa da asgari müştereğin olduğu gibi kalması mümkün değildir. Mütemadiyen güncellenmesi gerektiği gibi, hem bulunduğu günde hem de ilerleyen zamanlarda Sofistler’inkine benzer hatta çok daha farklı iddialarla yüzleşmek zorundadır. Bunun için de sistemli, tutarlı bir hâle gelmeli yani felsefîleşmelidir.
Sokrates’in metodolojisini felsefîleştiren ve geliştiren ilk olarak öğrencisi Platon, sonra da Aristoteles olmuştur. Bunların ikisi de Sokrates’in açıklamalarını, görüşlerini felsefe tarihini etkileyecek biçimde iki farklı şekilde yorumlamışlardır.
Platon, kavramlar hakkındaki açıklamasında hocasıyla aynı fikirdedir. Açıklamayı felsefîleştirmek istediğinde “Bu bilginin kaynağı nedir?” sorusuna yönelir. Evrene baktığımız zaman her şey sürekli değişim içerisindedir ve mükemmel bir şey yoktur, her şey kusurludur. Mesela, dairesel nitelikteki objelere, nesnelere baktığımızda hiçbiri kâğıt üzerinde çizdiğimiz gibi değil, hepsi eksik ve kusurlu; üstelik zamanla aşınıp bozularak değişiyor, aynı kalmıyor. O hâlde bilginin belirli şartlarının oluşturulması gerekiyor, yani neye bilgi diyeceğiz? Mesela dairesel her forma bilgi mi diyeceğiz? Biraz önce ifade ettiğimiz gibi daireler kusurlu aynı zamanda aşınıp bozularak değişime uğruyor yani sabit bir şey yok. Dolayısıyla her şeye bilgi diyemiyoruz. Çünkü bir şeyin bilgi olabilmesi için her zamanda ve her mekânda geçerli olabilmesi gerekir. Ama bilindiği gibi her zaman ve mekânda geçerli; mesela sabit bir adalet anlayışı yoktur, o zaman bu adaletin bilgisine ulaşamayacağımız anlamına mı gelir? Platon buna “Hayır!” diyerek cevap verir. Platon, bilgi vasfına sahip olan şeyin bu evrende olmadığını, bu evrenin dışında, her şeyin idesinin (ideal hâlinin) bulunduğu “idealar âlemi”nde olduğunu söyler. İnsan da kavramlar da oradaki mükemmel formun buradaki yansımalarıdır. Platon bilgiyi, idealar âlemindeki o mükemmel bilginin hatırlanması olarak niteler. Elde etmek için çabaladıkça insan bilgiyi hatırlar.
Peki, bu durumda bilginin, hakikatin niteliği nedir? Birincisi, bizim dışımızda(idealar âleminde)dır. İkincisi, elde edilmesi mümkündür. Üçüncüsü, biz hakikate kendimizden bir şey katamayız sadece ona ulaşmak için çabalarız ve çabamız nispetinde yeterli ya da yetersiz elde ederiz.
Aristo, hocası Platon’un, “Bilgi her zaman ve mekânda sabit kalandır.” fikrine katılsa da Platon’un iki evrenli düalist anlayışına karşı çıkar. Çünkü Aristo’ya göre bu hem bilgiyi erişilmez hâle getirmektedir hem de zaten bir evreni bile kavramak ve açıklamak zorken bunun sayısını ikiye çıkarmaktadır. Oysa Aristoteles’e göre bilgi, o kadar uzakta değildir; bizatihi bu âlemde, nesnelerin kendindedir. Sokrates’in kavramları tanımlarken kullandığı yöntem Aristoteles için de bilgiye ulaşmanın yoludur. Nesnelerin özelliklerinin kesişim kümesi alındığında, bilgisine de ulaşılmış olur. Aristoteles için bilgi, zihindeki sûrettir. Akıl yürütme yoluyla nesnelerden elde edilir.
Aristotales, bu evrenin tanrı sayesinde vâr olduğunu söyler. Yani ona göre her nedenin kendisinde son bulduğu bir “sebepsiz sebepli”, mutlak bir başlangıç noktası olmak zorundadır ve bu tanrıdır. Tanrı ile evren arasındaki ilişkiyi insan ile gölgesi arasındaki ilişkiye benzetir. Nasıl ki bizim vâr olmamız, gölgemizin de doğal olarak vâr olmasına sebep oluyorsa ve biz hiç “Bugün gölgem nerede?” diye merak etmiyorsak evren de tanrının varlığından dolayı zorunlu olarak vâr olmuştur ve tanrı evreni bilmez, bilmek de istemez. Aristoteles’e göre tanrının evrende ki rolü, evrenin başlangıcı olması ve evren, kendisinden dolayı var olduğu için evrenin tanrısal niteliklere sahip olması yani mükemmel olmasıdır.
Aristoteles en mükemmel geometrik form olan küreden yola çıkarak evrenin de küre şeklinde olduğunu varsaymıştır. Mumun kendisinden uzaklaştıkça etkisinin azalması gibi tanrısal etki de kürenin merkezine doğru yaklaştıkça azalmaktadır. Tanrıya en yakın olan gök, en fazla tanrısal etkiye maruz kalan göktür. Bu sonraki kimi anlatımlarda 7 kimi anlatımlardaysa 9 kat olarak söylenmiştir. Ay burada sınır oluşturur ve ayın üzerinde 7 veya 9 kat vardır; bunlar nurani semalar, nurani varlıklardır yani yıldızlar, gezegenler taş değil parlayan nurlardır ve buraya “ay üstü âlem” denir. “Ay altı âlem” ise dünyanın içerisinde bulunduğu yerdir ve mükemmelliğe erişemediği için sürekli değişim hâlindedir ve mükemmelliği aramaktadır. Mükemmelliğe erişmeye en yakın olan insandır. Evrendeki değişim ve hareket bundan dolayıdır.
Peki, nasıl oluyor da hakikatin bilgisi nesnelerde oluyor? Çünkü evren, tanrısal olduğu için bilgisini kendi içerisinde taşıyor ve evren, tanrısal nitelikte olduğu için burada her şey olması gerektiği gibi olması gerektiği yerdedir yani her şey yerli yerindedir. Mesela bunun içindir ki Aristotales adaleti “yerine koymak” ya da “hakkını vermek” olarak tanımlar çünkü bu evrende her şeyin yeri, hakkı bellidir; sen dışarıdan ona yapay bir müdahalede bulunmadıkça zulüm, yanlış ortaya çıkmaz. Bu bağlamda Aristotales ahlâkı da “doğuştan gelen davranışlar” olarak tanımlar. Yani “İnsan doğuştan tanrısal niteliklerle, olması gerekenle vâr oluyor ama sonra irade sahibi olunca bunu bozuyor.” şeklinde ifade eder. Sosyal olguları da bu mantıkla okuyarak efendi-köle meselesine de böyle bakıyor ve kimilerinin kral, kimilerinin köle kanıyla doğduğunu ve bunun doğal düzen olduğunu söylüyor. Bu durumda Aristoteles’e göre insan verili bilgiye mahkûm olmuş oluyor. Aristoteles’te de insan, bilgi konusunda Sokrates ve Platon’da olduğu gibi münfail pozisyondadır.