Bir bombalama eylemini düşünelim ve kendimize şunu soralım: Biz bu olayı bombacıyı yakaladığımızda mı, azmettireni yakaladığımızda mı, azmettirenin bağlı bulunduğu örgütü bulduğumuzda mı yoksa o eylemi yaptırmaya teşvik eden fikri bulduğumuzda mı çözmüş oluruz?
Bu sorunun farklı durumlarda farklı cevapları vardır. Mesela olayla ilgilenen polis ise faili, azmettireni ve örgütü bulmakla uğraşır ve onun için önemli olan da odur ama iş bireyselden toplumsala gitmeye başladığında o bombalama eylemini ortaya çıkaran zihniyeti bulmak önem kazanır. Biz de olayın toplumsal boyutuna odaklandığımıza göre faili, azmettireni ve örgütü bulsak da o eylemin arkasındaki fikri bulup insanların zihninde karşılık bulamayacak hâle getirmediğimiz müddetçe olayı çözmüş olamayız. Dolayısıyla bu mesele bizi “oluşturucu akıl” ve “oluşturulmuş akıl” meselesine getirir. Bu kavramlar farklı kültürlere doğru götürüldükçe karşımıza “indirilmiş din”, “uydurulmuş din” gibi şekillerde de çıkabilir. Ama bunun temelinde yapısalcılığın üretmiş olduğu “oluşturucu akıl” ve “oluşturulmuş akıl” kavramları olduğundan bunun üzerinden gitmemiz daha doğru olacaktır.
Yapısalcılığın bu teorisine göre oluşturucu akıl bir havzada coğrafyanın, iklimin, kültürün etkisiyle oluşur ve bu akıl, oluştuktan sonra kendisinden sonrasını dizayn etmeye/oluşturmaya başlar. Dolayısıyla oluşturucu akıl dediğimiz şey, bir anda ortaya çıkan bir şey değildir. Bir coğrafyanın kendi özgün koşulları içerisinde ortaya çıkar ama kökleri derinlere dayandığı için kalıcı geleneklere dönüşür ve kendisinden sonrasını da belirler. İşte klasik dönemi oluşturan akıl da böyle bir akıldır.
Bu akıl önce İyonya’da ortaya çıkmış, sonra Grek yarımadasındaki şartların etkisiyle görece dogmatizme kaymış ama bir yandan da o felsefe geleneğini sürdüren akıldır. Buradaki aklın zihinler üzerindeki yönlendirici/kısıtlayıcı etkisini şöyle bir örnek üzerinden görebiliriz: Mesela Yunan’da rakamlar aynı zamanda tanrısal sembollerdir ve kendilerine ilahi nitelikler yüklenmiştir. Tanrı 1 ile sembolize edilmiştir (Pythagoras felsefesinde). Buna göre her şey 1’den ürer, tek boyutlulardan çok boyutlulara veya birden sonsuza kadar gibi. Nasıl ki farklı kültürler “Evren tanrıdan ortaya çıktı.” açıklamasında bulunuyorlarsa Pythagoras’tan başlayan bir başka gelenek de her şeyin temelinde 1’i görüp her şeyi onun üzerine bina etmiştir.
Rakamlar tanrısal semboller olunca mesela “1’in altında daha küçük bir sayı olabilir mi?” ya da “İki sayı arasında başka bir şey olabilir mi?” sorusu o zihin için muhaldir, böyle bir şey düşünülemez. Çünkü “1’in altında başka bir sayı var.” demek, kurulan tanrı ve varlık anlayışında bozulmaya neden olur ya da “İki sayı arasında başka bir şey var.” demek parçalanamaz ve mutlak olanın bozulması demektir.
Yunan’da sayılar böyle bir anlam ifade ederken Semerkant’ta sadece saymaya yarayan araçlar olarak tanımlanmıştır. Sayıları ilahi özelliklere sahip bir şey değil sadece saymaya yarayan araçlar olarak tanımladığınızda aklınıza gelmeyen, düşünmek için önünüze bariyer oluşturan bütün durumlar bir anda ortadan kalkar. Bu sayede Semerkant, “1’in altında başka bir şey var mı?” demiş ve 0’ı bulmuş, “Sayılar arasında başka bir şey var mı?” diye sorunca da ondalık sayıları bulmuş. Burada da görüldüğü gibi oluşturucu akıl bazen zihinler üzerinde öyle bir etki gösteriyor ki insanı hemen önündeki şeyi göremez hâle getiriyor.
Klasik dönemde bilgi, tümeller mantığıyla ele alınmış ve coğrafyaya, zamana göre değişmeyen evrensel bir nitelik olarak tarif edilmiştir ama evrendeki her şey değişme hâlindedir. Bu yüzden Platon, her şeyin ideler âlemindeki mükemmel formunu kabul etmiştir. Mesela ağaçtan bahsediyorsak dünyada birçok ağaç vardır ama ağaç idesi, mükemmel olan ağaç bir tanedir. Dünyadaki ağaçlar ondan özellikler taşırlar ama ide, potansiyel olarak dünyada var olan ağaçların hepsinin kesişim kümesidir.
Aristoteles de tümeller mantığına itiraz etmez ancak bunun ideler âleminde değil bu âlemde olduğunu düşünür. Bunlar nesnelerinde saklanmış, gizlenmiş vaziyettedir; bunları inceleyip kesişim kümelerini zihnimizde tasavvur şeklinde oluşturarak kavramları biliriz. Dolayısıyla klasik dönemde bilgi; hangi nesneyi ya da olguyu ele alırsak alalım, onun fertlerinin kesişim kümesinden oluşan tanımdır. Mesela ağacı tanımlamak için dünyadaki bütün ağaçları incelemek gerekmez. Belirli ağaçları tespit edip onları incelediğinde artık ağacın hakikatine, tümeline ulaşmış olursun, hakikatine eriştikten sonrada bütün ağaçları tek tek incelemek ihtiyacı duymazsın. Bu yüzden klasik dönemin bilimi tek tek tikellere odaklanan değil önce belirli bir bilgiyi inceleme faaliyeti gerçekleştiriyorsa da tümelini anladığı andan itibaren tikellere çok fazla itibar etmeyen, yönelmeyen bir bilimdir.
Bugünün modern bilimi ise tikelin bilimidir çünkü her nesne, -yine örnek olarak ağacı verirsek- her ağaç birbirinden farklıdır dolayısıyla sen farklı ağaçları ne kadar incelersen ağaçla ilgili o kadar farklı bilgi elde etmiş olursun. Yani bugün modern bilim tikellerden yola çıkar ve buradan elde ettiği sonucu geneller ama hareket noktası hep tikellerdir. Geçmiş dönemin biliminin ise hedefi tümeldir, tümeli anladıktan sonra tikelle uğraşmaz. Eğer tikel bir ağaç tespit ettiyse ve o ağaç, o güne kadar bildiği ağaçlara uymuyorsa onu arızalı bir şey kabul ederek ona odaklanmaz. Modern bilim ise ona odaklanır ve “Onu, o hâle getiren şey nedir?” diye sorgular. Orada şartlardan dolayı öyle bir şey ortaya çıktıysa ve zararlıysa diğer ağaçlar için bunun nasıl ortadan kalkacağına ya da faydalıysa diğer ağaçlara onu nasıl kazandıracağına odaklanır.
Geçmişin tümel anlayışı, bilim anlayışı “Yaratılanı hoş görürüz, yaratandan ötürü.” bilindik cümlesinde de ifade edildiği gibi onu müsamaha gösterilmesi gereken bir şey olarak görür veya bunu bir arıza gibi addedip istisna kategorisine sokar. Evren mükemmel bir yapıdır ve böyle bir şey çıktıysa o mükemmellik içerisinde bir karşılığı vardır ama önemli değildir, bu bir anlamda vâr olana teslim olan, olduğu gibi kabul eden bir yapıdır. Oysa modern bilimle birlikte tikeller önem kazanır, kusurlu örneklerin niye kusurlu olduğu ya da iyi örneklerin niye iyi olduğu araştırılır ve bunun üzerinden çok farklı geniş imkânlara ulaşılır. Mesela genetik biliminin gelişmesini ele alalım: Mendel, deneylerinde, bir tane verimli ama çabuk bozulan, bir tane de dayanıklı ama verimi çok düşük olan iki tohumu alır, onları eşleştirerek hem verimli hem dayanıklı tohum elde eder. İki farklı tohum cinsinin eşleştirilmesiyle elde edilen tohumlara bugün hibrit tohum deniyor. Bunlar üzerinden tohumların gittikçe ıslah edildiği veya genetik bilimiyle birlikte gelecekte belki daha doğar doğmaz insanlardaki hastalıkların tespit edildiği ve eğer insanoğlu o seviyeye ulaşabilirse tedavi edebileceği bir süreç başladı ve alan açıldı. Mikrobun tespit edilmesiyle birlikte mikroplarla savaş imkânı veren yeni bir tıp biçimi ortaya çıktı.
Geçmişin biliminde bu tarz şeylere ulaşmak mümkün değildi çünkü tümele odaklanan ve tikeli ihmal eden ya da hoş görülmesi gereken bir şey olarak kabul eden ve ona “Niye?” diye sormayan bir yaklaşım biçimi vardı. Bu yeni yaklaşım biçimi modern epistemolojiyle birlikte ortaya çıktı ve o zamandan itibaren de daha da hızlanan bir şekilde teknolojik gelişmeler ortaya çıkmış oldu.
Antik Yunan oluşturucu aklı, bilimin üzerinde böylesine (var olanı hoş gören, ona teslim olan bir yaklaşım biçimi) bir etki ortaya çıkartmıştır. Bunun teknolojideki karşılığı buyken adalet, iyilik kavramları üzerinden gittiğimizde de asıl olan tümeldir, ideal olanı tespit etmektir ve ideali tespit ettikten sonra olguyu ona uydurmaya çalışmaktır. Adalet, hakkını vermek ya da yerine koymaksa kendini her şeyin ya hakkını ya da yerini bilen kişi varsayarsın çünkü adaletin hakikatini edindiğine göre sendeki tanım mutlak bir tanımdır yani sen adalet üzerine hüküm dağıtabilen, hakkının ne olduğunu söyleyebilecek pozisyonda olan biri durumuna geçmişsin demektir.
Bütün din ve felsefe mensupları için bu böyledir zira din, felsefe ya da ideoloji “Hakikat bende!” der ve o dinin ya da fikrin, ideolojinin mensupları da hüküm dağıtmaya başlar. Yani geçmiş Yunan oluşturucu aklı, ideali bildiğini varsayarak hayatı olguya göre dizayn etmeye yönelmiş olan bir yaklaşım tarzıdır. Kendindeki hakikati, bilgiyi insanlığın kurtuluşu için gerekirse zorla onlara uygulatmaya çalışan bir anlayış biçimidir bu. Yine o tümeller anlayışının adaletin, ahlakın, iyiliğin sorgulanmasında da sınırlayıcı bir etkisi vardır.
Aynen ağaç kavramında olduğu gibi adaleti bildiğini varsayarsın, “Daha adil olamaz mı?” diye bir soru soramazsın. “Daha iyi, daha adil, daha ahlaklı” gibi kavramlar o mantığa göre muhaldir hatta biraz daha ileri gidilirse dinler açısından tanrıyı inkâr etmektir. Oysa yine modernitenin ortaya çıkışıyla birlikte görecelilik kavramı da ortaya çıkmış ve görecelilik aynı anda birden fazla doğrunun olabileceğini, farklı bakış açılarıyla farklı doğruların vücut bulabileceği anlayışını geliştirmiştir. Bu yüzden o dizayn edici baskıcı yapı kırılmak zorunda kalmış ve böylelikle belirli bir hakikate ya da tanrıya dayanan sorgulanamaz tekçi, baskıcı bir adalet ve hukuk anlayışı yerine sorgulamaya dayanan doğal hukuk gelişmiştir. Görüldüğü gibi bilimde kavramların oluşumunda veya bu kavramlara göre hayatın inkişaf etmesinde, gelişmesinde Yunan oluşturucu aklının sınırlayıcı, kısıtlayıcı bir pozisyonu olmuş ve bu, ancak modernitenin ortaya çıkışıyla aşılabilmiştir.
Klasik oluşturucu aklın sonraki izlerini sürmek açısından konuşulması gereken bir diğer başlık, referanslarla kurulacak ilişkinin niteliğidir. Bu bakımdan Plotinus’un felsefesini hatırlayacak olursak ruhun bilgisi aşkın tecrübelerle maddenin bilgisi ise Aristoteles’in yöntemiyle elde edilirdi. “Ruhun bilgisi aşkın tecrübelerle” dediğimizde bütün dinleri içine alan bir şeydir bu; nitekim Yahudilik, Hristiyanlık ve İslam kendilerini o kategori içerisinde görmüş ve oraya kolayca adapte olmuşlardır. O zaman, ruhun yani insanla ilgili bilginin elde edileceği referanslarla ilişkinin niteliği klasik oluşturucu akıl içerisinde konuşacağımız bir başka başlığı oluşturuyor. Burada temel yaklaşım aşkın kaynaktan geliyor olsa da ruhi birtakım tecrübelerle elde ediliyor olsa da o, artık hakikattir ve onun üzerinde bir şey yoktur. Ortada gerçekten hakikat diye bir şey varsa ona karşı tutumun da ona göre olması gerekir. Onda eksik, kusur aranamaz öyle bir şey görüyorsan bu, senin bakışınla ilgilidir; eksiklik, kusur sendedir. Gerçekten hakikatse böyle olmalıdır çünkü hakikatte eksik, kusur olamaz. O zaman sana düşen tek yol ve en iyi tutum bunun ne söylediğini en iyi şekilde anlamaya çalışmaktır.
Hakikat kelimelerle ifade edilen bir şey; İncil, Tevrat ve Kur’an’ın tamamı kelimelerden oluşuyor. Bu durumda dille ifade edilen bir şeyi anlamanın en iyi yolu onu okumaktır ki bu da ister istemez kişiyi literal anlayışa sevk eder. Literal okuma bir dil analiz faaliyeti olduğundan, farklı tefsir türleri metinle ve kelimelerle farklı ilişkiler kurulmasına imkân vermiştir. Mesela Kur’an’dan örnek verelim: “Kur’an, Arapça bir kitaptır; şu hâlde Kur’an’ı anlamak için yeterli seviyede Arapça bilmek gerekir.” dersek o zaman tamamen dil tahlilleri üzerinden gitmemiz gerekir. “Bu yazılanları anlamak için hangi olay üzerine indiğini anlamamız gerekir?” dersek o durumda da esbâb-ı nüzulleri bilmemiz ve o merkezde bir okuma yapmamız gerekir ve o tarzda tefsirlerin ortaya çıktığından haberdar olmamız icap eder.
Bu örnekleri böyle devam ettirebiliriz. Yani görüldüğü gibi her farklı tefsir türü bu literal okumanın bir yansımasıdır. Bir tek tasavvuf ekolünün dirayet tefsirini bundan ayrı tutmak gerekir ki onun da Plotinus felsefesinde yeri vardır. O, zahir-batın ayrımlarının tamamı ruhun bilgisinin dini tecrübe yoluyla elde edileceğinin tasavvuftaki karşılığıdır ama literal okuma çerçevesinde değerlendirilemez. Dinler tarihinde ya da düşünce tarihinde akılcı ekoller de ortaya çıkmıştır fakat klasik dönemde ortaya çıkan akılcı ekoller ya gizli nasçı ve literal okumacıdırlar ya da o günün epistemolojisinde “Akıl neyi bilebilir?” sorusu sorulup bir nevi akla haddi bildirecek felsefe ortaya konmadığından toplumsal karşılık bulamayan ekollerdir. Zira bu durum dönemin zihniyetine uygun değildirler (Mu’tezile örneği).