Yaşayan Silüetler: Bir İstanbul Güzergâhı

Bugün çoktandır ihmal ettiğim ama en sık gezindiğim güzergâhlarından birini takip ettim yine İstanbul’un. Hava çok güzeldi.

Eyüpsultan Devlet Hastanesi durağından bir Eminönü otobüsüne binip Karaköy’de inmek, güzergâh için mantıklı bir başlangıç noktasıdır. (Baktım, tek bir nokta değil, hadi “noktalar” diyelim.) Yanıma Wadar Khanfar’ın, Vadi yayınlarından çıkan ve Hz. Peygamber’in mücadelesini stratejik ve siyasi bir okumaya tabi tuttuğu “İlk Bahar” adlı kitabını aldım. Aydın Işık abim tavsiye etmişti. Hacimli bir eser,  gezinirken ağırlığıyla insanı yoruyor doğrusu. Elbette Ağaç Kitabevi’nin turuncu ağırlıklı poşetinin içine koyuyorum. Allah’tan otobüste oturmak için yer buldum, Karaköy’e kadar epeyce okudum. Kitap kendini okutuyor zaten. Çevirisi de bence gayet iyi. Arı-duru bir Türkçesi var. Khanfar’ın siyeri okuyuşu bize yakın. (“Biz” vurgusu fazla mı oldu yoksa!) Özellikle otoritenin zayıf olduğu bölge ve mekânlarda hareketin üs arayışı içinde olduğu, ancak oralarda bir model ortaya koyabileceğine dâir vurgusunu paylaşıyoruz. Bir de “Mekke Îlâfı”na karşı “Medine Îlâf”ı alternatifini tanımlaması hârikaydı! Yine “biz” diyeceğim de, bizim küresel direniş adacıkları arasında kurmamız gerektiğini savunduğumuz direniş ağlarına benzetim. Fevkalâde sevindim siyerin böyle okunmasına. Bugünkü sıkışmışlığımıza çare olabilecek dayanaklardan biri de siyer örnekliğidir. Uçlu kurşunkalemle otobüste satırların altını çizip not almak çok zordur. Zamanla farklı yol ve yöntemler geliştiriyorsunuz. Otobüste kitap okumanın stratejisine dâir bir şiir yazsak ne güzel olurdu! Bunu şair arkadaşım Halil Toprak’la  paylaşmalıyım.

Derken Kabataş’a ulaşmışız. Severim Kabataş’ı. Neyini, derseniz, tam bir cevabım yok doğrusu. Taksim’e füniküler var oradan, onu seviyorum mesela. Sonra deniz kıyısında bir parkı vardı, uğrar, otururdum bazen. Hatta bir defasında Sadettin Teksoy’un yaşlı babası ile tanışmış, epeyce muhabbet etmiştik. Enteresan şeyler anlatmıştı, iyi yüzücüymüş, Boğaz’ı karşıdan karşıya yüzerek geçermiş sık sık. İlerleyen yaşına rağmen oldukça dinç görünüyordu hakikaten. Şehremini’nde oturur, her gün tramvayla Kabataş’a gelir, o parkta bir banka oturup Boğaz’ı seyredermiş. Güneş gözlüğü, fötr şapkası, trençkotu ve bastonu ile pek bir karizmatikti. O parkı kapattılar sonra. Bilmiyorum şu sıralar bir kısmı açık olabilir. Büyükşehir Belediyesinin “martı” namlı aktarma istasyonu yapılacaktı galiba. Ne oldu, tam vâkıf değilim, bir aralar epeyce tartışmalıydı. Beton basılmıştı güzelim sahile. Evet, neyini seviyorduk Kabataş’ın, Beşiktaş istikametine gidişini falandır herhâlde, etraflıca düşünmemişim daha önce, şimdi fark ettim. İlerledikçe eski camilere denk geliyoruz ya, belki onun da payı vardır. Malum, Gezi sürecinden beri dillere dolanıp tartışmaların merkezinde yer alan Bezm-i Âlem Valide Sultan Camii (Dolmabahçe Camii) orada, belki de ondandır. Güzel bir camii… Bugün ilk defa mihrap tarafına geçtim, tam mihrabın önündeki banka oturup salât eyledim. Boğaz önümdeydi. Tam olarak Üsküdar’ın karşısındaydım. Mihrimah Sultan Camii ile Yeni Valide Camii ufkumdaydı, sağ tarafta bütün naifliği ile Kız Kulesi, onun sağında Marmara’ya açılan ağız, nihayet en sağda klasik İstanbul sûreti: Sultanahmet, Ayasofya, Süleymaniye, Bayazıt camiileri ve Eminönü, Yeni Camii… Salât eyledikten sonra korkuluklara yaslanıp denizi içime çekeyim biraz, derken Faruk Duman’ın Sus Barbatus romanlarından içime bir kurt düştü. Görevliler bahçe kapısını kilitlemesin! İçimdeki kurt doğru söylemiş, Allah’tan kapıyı çekmişler sadece, kilit vurmamışlar henüz. Zira bu istikameti, bu eşsiz konumu halktan uzak tutmuşlar. Gariban halkım, sadece namaz için kabul ediliyor camiye demek ki, şöyle bir Boğaz ufku yasak! Ne fena… Az ilerde Dolmabahçe Sarayı, saraya benzer camiiler… Bunlar da İslam tarihinin yaralarıdır. Kabataş’ı sevmek bahsinde bu netameli mevzulara da dalalım mı? Saraylar da, gösterişli ibâdethâneler de Allah’ın razı olacağı yapılar, kurumlar değildir. Kur’an ve Resûl’ün pratiği bunu bize öğretiyor. Egemenlerin gücü ve kudretidir gösterilmek istenen, bundan eminiz. Mimarinin estetiği ile misyonu arasındaki bu çelişkiyi nasıl edeceğiz? Sizi bilemem ama ibret, öğüt dolayımında çözdüm meseleyi kendi içimde ben, yoksa onaya matuf bir tutumdan Rabbim uzak eylesin.

Beşiktaş’ın merkezinden, sanırım tadilat hâlindeki Kırmızı Kedi’nin çok katlı binasının oradan Beşiktaş çarşısına pür telâş dalıverdim. İnsanlar oradaydı. Küresel salgın Beşiktaş’ı da silkelemişe benziyordu. Kafeler kapalı, kepenkler inik…  Elbet açık yerler vardı lâkin insanlar gel-al diye tabir olunan sistemden bîzâr vaziyette sağa sola, kaldırımlara savrulmuşlar, bir şeyler atıştırmakla meşguldüler. Ağır bir darbe almışa benziyordu çarşı. Ağzımızda maske; tak çıkar, tak çıkar, insanın bir şey yiyesi de gelmiyor. Sinan Paşa Camiinin avlusunda oturdum biraz. Nasıl da bambaşka bir iklimi vardı camii avlularının! Dışarıdaki hengâmeden birden koparıveriyordu insanı. Mezar taşlarına baka baka çıktım hazîreden. Yüz yıllardır oradaydılar. Bazılarının yazıları iyice silikleşmişti. Bulundukları semte yabancı duruyorlardı. Çok eğleşmedim, devam ettim. Yabancılaşma iyi midir, kötü müdür yerine göre, düşünmedim bu kez. Sağ tarafta vapur iskelesi ve gençlerin ürküten kaykay gösterileri yaptıkları iskele meydanına, otobüs duraklarına, kaktüs satan tezgâhlara uğramadım bu kere. Trafik ışıklarında birden topak hâlinde ortaya çıkan meşhur Beşiktaş kalabalığından sıyrılıp Ortaköy istikametine yöneldim. Kırmızı Kedi’nin küçük mağazası çıktı karşıma. Kitaplara bakmadan geçmek olmazdı. Yeni yayın standında kendi kitapları vardı genellikle, fazla kalmadım. Bir tanıdığa rastladım sol taraftaki bir fast foodçuda, rahatsız etmedim. Pek sevimli bir şekilde yemeğini yiyordu, ayaktaydı. Kendisini tanıyıp bildiğimden yemek yerken ne düşündüğünü çıkarmaya çalıştım. Eğer anlatsaydım şaşar kalırdı, inanın buna. Evet, kafasından neler geçirdiğini neredeyse tam olarak tahmin edebiliyordum. Bir müddet onun adına düşündüm. Aslında başka biri adına, o kişinin içinde bulunduğu mevzularla ilgili düşünmek, kafa patlatmak oldukça enteresan bir şeymiş. Hoşuma gitti. Politik şeyler, bilirsiniz. Hele de hararetli ülke gündemine cevap yetiştirme sadedinde olunca… Bazı okullar var yol boyunca. Daha önce bir yangın geçiren Galatasaray Üniversitesi, ondan daha bir Beşiktaş merkezde duran Bahçeşehir Üniversitesi, meslekî ve teknik denizcilik lisesi, Beşiktaş Anadolu Lisesi, Kabataş Erkek falan… Ülkenin en güzel yerine sıralanmışlar. Önlerinde Boğaz var, yakınlarında Çırağan… Belki de iyi bir yer değildir. Başka gözlerle bakmak da gerekir. Bu yazının ardından kanaatlerinizi yazabilirsiniz. Çok fazla göz önünde olmak, eğitimden ziyade manzara bahsinde anılmak, gerekli-gereksiz misyonlarla yetkili merciler tarafından yüklemelere maruz kalmak gibi… Bunları diyorum ama manzara da manzara hani! O zaman şöyle yapalım, devrimden sonra bu manzara, yani Boğaz’ın her iki tarafındaki eşsiz güzellikler ve güç gösterisi olsun diye yapılan saraylar, mâlikâneler, kasırlar, köşkler yoksul halkımızın, hani devre mülk sistemi var ya, işte o şekilde istifadesine açılacak! Evvel emirde evsizlerin kullanımına elbette! Hatta onlar orada süresiz ikâmet edecekler. Geçmiş zaman şahlarının perspektifinden Boğaz’ı temâşâ eyleyecek ve hayattaki mucizelere tanık olacaklar! Bu devrim düşleriyle Yıldız Parkı’nın girişine vâsıl olmamış mıyım! İçeri gireyim, dedim, hadi buraya kadar gelmişken! Çoğu genç kişiler grup grup, ellerinde küresel fast food zincirlerinin kâğıt çantalarına tıkıştırılmış yiyecek ve içecekleriyle Parka akıyorlardı. Hava güzeldi ve Yıldız Korusu gibi korunan tabiat parçalarına İstanbul’da pek rastlanılmıyordu. Ne yapsınlardı ya! Ben de girer girmez sağ tarafa döndüm, oturacak bir yer buldum, Khanfar’ın kitabından, kaldığım yerden devam ettim. Allah Resûlü, Hendek savaşında Mekke müşrik ordusuyla ittifak eden Hayber’i kuşatmıştı.

Mecidiye Camii’nin avlusuna hızlı bir göz atışın ardından çıktığım yolun belli bir aşamasında köprünün Avrupa yakasındaki ayağının tepesi göründü: Kumpircileriyle meşhur Ortaköy yerinde duruyor muydu? Yerindeydi. Kalabalık az, kumpirciler orada olsa da birçok kafe kapalıydı. Kumpir yirmi beş liraydı. İnsanlar kıyıda köşede kumpirlerini yemeye çalışıyor ve elbette bol bol fotoğraf çekiniyorlardı. Son cemaat yerine sağdan bakan bir kafeciden bir bardak çay aldım, dükkânın önüne koydukları sandalyeye oturup Ortaköy Camiine, Boğaz’a bakarak çayımı içtim. O sırada evden gelen telefonlara cevap verdim, Cahit’le konuştum. İnsanın yetişkin evlâdı olması güzeldi. Birtakım işleri gönül rahatlığı ile ona devredebiliyordunuz. Allah herkese nasip etsin. Cahit’le de geziyoruz buraları ama bugün evde kalması gerekti. İnşallah ailecek başka bir vakitte, yine buralara uğrayacağız. Fazla kalmadan, Ortaköy durağından Taksim otobüsüne bindim. Şükür ki yine boş bir yer vardı. Kitabımı açtım, Allah Resûlünün stratejisi üzerine okumaya devam ettim. Otobüs iyice doldu. Salgının seyri hakkında düşünüyorum bu gibi durumlarda. Gerçekten böyle bir şey var mıydı? Şimdi bu otobüs mesela, ya da lebâleb parti kongreleri… Hadi bakalım, birileri bunu açıklasın bana!

Divan Otelin oralarda indim otobüsten. Durağı kaçırmıştım biraz, diğerine varmadan ışıkta indirdi kaptan, sağ olsun. Bu da İstanbul seyahatlerinin cilvelerindendir. İnebilir miyiz kaptan, diye bağırır, ortalardan ya da arkalardan birileri, sıkışınca trafik ya da kırmızıya yakalanınca otobüs. Ben de belgisiz zamirden ayan beyan bir özneye terfi ederek öyle yaptım. Gezi Parkının kıyısı sıra Taksim Meydanına yöneldim. Güneş, meydanı ısıtıyordu. Bir neşe vardı sanki orta yerde, görebiliyordunuz bunu. Bu neşe, çoğunda yabancıların yüzlerinden yayılıyordu meydana. En nihayetinde başka bir ülkeye, İstanbul’a gelmiş yabancı kişilerdi ve burası biraz değişik, güzel bir şehre benziyordu, biraz da hesaplıydı. Mesela 1 avrosu varsa bir yabancının burada 9’a katlanıyordu parası. Sevilmez mi böyle bereketli bir memleket! İstiklal Caddesi kalabalıktı. Lebâleb diye vasfedilemezdi belki ama doluydu yine de. Hafta sonu yasak, yukarıda güneş vardı ve insanlar sıkılmıştı bu salgından, salgın tedbirlerinden. Pandora Kitabevine uğradım hemencecik. Şöyle bir hafta sabrederseniz beni Pandora’da kesin bulursunuz, yeni çıkan kitaplar standının önünde. Orası eşsiz bir mekândır. Kim ne yazmış, ne yayımlamış haberiniz olur ve çok büyük bir ihtimalle birkaç yeni yayınla çıkarsınız. Bakalım bugün nasibimize ne düşmüş Pandora’dan: 1- Canan Özcan Eliaçık, Barbarın Tarihi Ezilenin Dini (İletişim) 2- Burhan Sönmez, Taş ve Gölge (İletişim) 3- Michel Foucault, Özgürlük ve Bilgi (Sel). Pandora ile Balkan Lokantası yan yana sayılır, birine uğrayınca diğerine uğramamak olmaz. Tuvaletini kullanayım dedim ama sadece gel-al hizmeti var. Hiçbir şey demeden, hızlı ve emin adımlarla 3. kata çıktım. Ben buranın yıllardır, dâimî müşterisi değil miyim! Vakit sınırlı ve kısıtlı olduğundan başka bir yere tokmadan (Bu da babamın tabiridir, “uğramadan” anlamında… Bütün telkin e tavsiyelerime rağmen benim gibi pek oraya-buraya takılmayı sevmez, hemen işinin başına dönmek temel yaşam felsefesidir. İşi yoksa da üretir.) ilerlemeye çalışıyordum. Restore edilen Atlas Sinemasının açılışı mı olacakmış, bir etkinlik yüzünden, polisler yolları kapatmıştı. Arama-kontrol vardı. Cumhurbaşkanı da gelecekmiş. Kalabalık o mıntıkada lebâleb seviyesine gelmişti ama! Korona için tam festival zamanı denilebilir. Sıyrılıp ilerledim, Rus konsolosluğunu geçmiştim ki “Ahmet hocam!” seslenişi beni durdurdu. Memleketten bir delikanlı, eski öğrencim, polismiş burada, eksik olmasın, maskeye rağmen tanımış beni. Muhabbet ettik ayaküstü, geçmişi yâd ettik. Çok sevindim.

Karaköy’e inmişim. Afrikalı bir genç çiftin tezgâhından bir bileklik aldım gençler için. Esnaf perişan. Onlar da esnaf. Allah yardım eyleye, hem de şu gurbet ellerde… Köprüden geçerken, balıkçılar, o şehir efsaneleri, yaşayan silüetler… Oradaydılar. Oltalar köprünün her iki yanında ince uzun kollarını denize uzatmış, aşağıdan bir yerden görünmez güçleriyle balık çekiyorlardı. Sonra bir balıkçının misina sardığı o tekerlek kaldırıma savruldu. “Aman abi dur!” dedi. Güneşte parlayan misinayı zor-şer görebildim. İşte o zaman geçmiş canlanıverdi gözümde Üniversitede okurken, “Oltanın kancasını yalandan takıverirler kıyafetine, sonra çıkarıyoruz derken o hengâmede çalarlar paranı!” ikazını ne çok duymuştum ve bir defasında ceketim bu kancalardan birine yakalanmıştı. Allah’a şükür ki kötü bir şey olmamıştı ama İstanbul işte, hiç Kemal Sunal filmi seyretmediniz mi!

Eminönü otobüs duraklarından kısa ve küçük oluşlarıyla maruf 90 numaraya bindim, otobüsten Yavuz Selim yokuşunda indim. Ramazan alışverişi gibi pandemi yasakları alışverişi yaptım. Atikali durağından artık Eyüpsultan otobüslerinden birini yakalayabilirsem bugünkü seyrüseferim nihayete erecekti. Siyerli bir seyrüsefer olmuştu. Allah Resûlü ve arkadaşları ile dolaşmıştım İstanbul’un bir kısmını. Bildiğimiz ve her tekrarında daha bir sevip kendisine bağlandığımız güzergâhlar hatırına her şeye rağmen İstanbul’u sevmeye devam ediyoruz.

 

Etiket(ler): , , , , , , , , , , , , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın