Başbakan’ın “Arap Baharı” gezisi ile ilgili en kritik değerlendirmeleri Ali Bulaç ve Akif Emre yaptılar. Türkiye’nin kabuklarını kırması, tarihin yeni bir sayfasının açılması, “derin dalga dip suyunun yüzeye fışkırması” gibi derinliksiz ve entegre yorumların arasında Ali Bulaç çekincelerini sıralarken aslında Erdoğan’ın Ortadoğu’nun geleceği için kurgulanan kapitalist projenin yürütücülüğüne soyunduğunu vurguladı, tarifini yaptığı “postkemalizm” kavramsallaştırması da bundan sonra daha yaygın bir şekilde kullanılacak gibi görünüyor.Şu cümleler bilhassa özetleyici: “Küresel sistem, Türkiye’nin Kemalist laikliğini önermiyor, bu tasfiye edildi. Postkemalist dönemde “klasik laiklikten çıkıp toplumsal hayatın sekülerleştirilmesi” öngörülüyor. Ortadoğu’da -üstelik dindarların eliyle ve iktidarında- İslamiyet’in hayatın dışına çıkarılıp küresel ekonomiye, postmodern kültüre entegre olduğu, sekülerleştirildiği yeni bir düzen öngörülüyor. Soru şudur: Biz bu projede öncü rolü oynamayı kabul ediyor muyuz?”
Akif Emre ise “Modern dünyaya uyumlu, küresel kapitalizmin üretim bandına hizmet edecek, bu coğrafyayı kapitalizmin pazarı haline getirecek kapsamlı bir kampanya”nın söz konusu olduğuna dikkat çekerek, İslam’ın “liberal İslam kılığında dünya sistemine uygun ve uyumlu bir din haline getirildiği bir anlayış”ın pazarlandığı bu süreci, iktidara bütünüyle râm olmuş güdümlü bir algı biçiminden kurtularak düşünmek ve tartışmak gerektiğinin altını çizdi. Cihan Aktaş’ın da bir süredir gündeminde tuttuğu Müslüman aydınların iktidarla münasebetleri meselesini de son günlerde tartışmaya çalışan Akif Emre’ye göre İslami kesimler durumun vehametinin farkında değiller ve hükümetin dış politikadaki bu tedirgin edici adımlarına gözleri kapalı onay vermekle, neoliberal projelere bilerek veya bilmeden hizmet etmekteler: “Liberal İslam projesinin 11 Eylül’den çok önceleri entelektüel ve akademik olarak hazırlıkları yapılmıştı. Şu anda ise bunun doktriner hale getirilerek, içerden yerli isimler marifetiyle pazarlanması aşamasına gelindi…”
Gelelim asıl meseleye. Bugün Zaman gazetesinin yanında bir süredir ücretsiz olarak verilmekte olan Yeni Bahar adlı dergide yayınlanan Hasret Güler’e ait “Bugün Senin Bayramın Ey Türkçe!” başlıklı yazı, yukarıdaki meseleyi özetleyen ve Müslüman çevrelerdeki “beyin göçüğünü” belgeleyen ibret verici bir vesikâ. Şimdiden anlaşılmıştır, yazının Türkçe Olimpiyatları ve Türk okulları övgüsünden ibaret olduğu. Mesele o değil. Ali Bulaç’ın ve Akif Emre’nin dikkat çektikleri tehlikeli süreçte Türkiye’nin üstlendiği role ilişkin ifade edilenler çok şaşırtıcı bir bilinçlilik hâlini ortaya koyuyor.
26 Eylül’ün dil bayramı olduğunu hatırlatan Hasret Güler dillerin ne kadar önemli oldukları ile ilgili birkaç kelam ettikten sonra hemen başlangıçta şunu diyor: “Kapitalist dünyanın önde gelen devletleri, ekonomik ve kültürel üstünlük sağlamak ve başka milletler üzerinde hâkimiyet kurmanın en kolay yolunu kendi dillerini öğretmekte buldular. Başarılı da oldular.” Bundan sonra Göktürklerden beri dilin Türklerde çok önemli olduğuna dair laflar ve bilindik bir Karamanoğlu Mehmet Bey muhabbeti geliyor. Kapitalist sürece herhangi bir eleştiri getirilmediği gibi, daha önce tecrübe edilen ve başkaları üzerinde hâkimiyet kurmada başarılı olunan dil dayatması metodu aşkla savunuluyor: “Türkiye artık kendi kabuğunu kırıp dünyada tanınan bir ülke hâline geliyor. Ekonomik ve siyasî gelişmeler Türk halkına ve Türkçeye dünya milletlerince ilgi gösterilmesine vesile oluyor. Dünyanın dört bir yanında çiçek açan ve “sulh adacıkları” denilen Türk okulları vasıtasıyla Türkçe neşv ü nemâ buluyor.” Kapitalizmin ağza alınması sevindirici bir şey en azından, yani ne olup bittiğine ilişkin açık bir farkındalık söz konusu.
Şahin Alpay’ın geçen gün Zaman’da yayınlanan yazısının başlığı “Başbakan Erdoğan’ın Laiklik Cihadı”ydı. Ali Bulaç’ın “postkemalist”, Akif Emre’nin “neoittihatçılık” olarak adlandırdığı bu yeni süreçte Türkiye’nin giriştiği laiklik cihadına övgüler düzen yazar, şu dedikleriyle ziyadesiyle bariz bir hakikati tekrarlıyordu: “Erdoğan’a ve kurulmasına öncülük ettiği partiye “İslamcı” sıfatının verilemeyeceği çok açıktır. Erdoğan’ın ve partisinin gerek demokrasi (temel haklara saygılı seçilmiş hükümetler eliyle yönetim), gerek ekonomi (piyasa ekonomisi), gerekse dış politikada (uluslararası sorunlara diyalogla çözüm arama) dayandığı ilkeler, esas olarak liberal ilkelerdir.”
Serbest piyasacılığı benimseyen liberal bir iktidarın politikalarına bu kadar gözü kapalı bir şekilde teslim olmadan evvel biraz durup düşünmeli, itidalli olmalı değil mi? Nerede kaldı Müslümanın feraseti? Gayet bilinçli bir şekilde sürdürülen ve savunulan kapitalist ve laik bir cihadı, İslam’ın dirilişi olarak yorumlamak için de biraz insaf gerekmez mi? Ya “Yeni Türkiye”nin misyonuna dair aşağıdaki talihsiz satırların yazarı Yusuf Kaplan’a ne demeli?
“Yeni bir dünya kuruluyor ve altın vuruş’u, bu kez, Batılılar değil, bu coğrafyanın emniyetinden, selâmetinden, geleceğinden birinci derecede sorumlu olan biz yapıyoruz yeniden. Peygamberler yurdu, insanlığın atan kalbi, taşan yüreği, coşan vicdanı, merkezinde “temiz belde”nin / “beldetün tayyibetün”ün köksaldığı, korumasını Yüce Rabbimiz’in bize tevdi ettiği bu kutlu coğrafya, artık öksüz değil; artık kimsesiz değil; artık sahipsiz değil…”