Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 2010 – Nursena Gürer

Aylık fikir ve sanat dergisi Türk Edebiyatı. Acaba neden Türk edebiyatı? Sadece Türk’ün mü edebiyat dergisi, diğerleri insan değil mi? Aslından başından sonu belli bir dergi, adından da anlaşıldığı gibi. Ayrımcılık yaptığı, bir kesime hitap ettiği net bir şekilde belli. Anayasanın Türklük konusundaki gereksinimi ve dayatması bu dergiye de yansımış.
Her ne kadar inkâr edilse de bu topraklarda Kürtler, Ermeniler ve Araplar da yaşamakta. Ve eğer sen bir yazarsan gerçek halkın sorunlarını göz önünde bulundurmalısın. Kurmaca bir ulusun değil belli bir kültürün edebiyatı vardır.
Dergi ilk yazısına A. Cihat Beritli’nin Süleyman Hayri Bolay ile yaptığı konuşmayla başlıyor. Süleyman Hayri Bolay’ın “Türkiye’de Ruhçu ve Maddeci Görüşün Mücadelesi” adlı eserinin etrafında oluşuyor yazının konusu. Kitap üzerine bir söyleşi gerçekleştiriyorlar.
Daha sonra Beşir Ayvazoğlu’nun Avrupa gezgini Frenklerden Nerval ve Fransız şairi Gautier gözündeki İstanbul ramazan gecelerinden bahsediyor. Ve çokça da etkilendiklerini belirtiyor.
Meşrutiyet’ te ve cumhuriyet’in ilk yıllarında ramazana ve bayramlara bakışlar başlığında birçok alıntılardan oluşan bir yazı var. 1331’den 1935’e kadar 4 farklı yazarın ramazana ve bayramlara bakışları toplanmış farklı kaynaklardan. Bir tanesi var ki çok dikkat çekici. “Din Bayramı ve Ulus Bayramı” başlıklı. Yazar tam bir sapkınlık içinde. Ramazan dolayısıyla beylik kapılarının, gazetelerin ve kurumların kapanmasından pek memnun değil. Türkiye’de laiklik varmış. (Kutlama ağabeycim sen bayram falan!) Zaten her şey bu laiklik zırvaları yüzünden gelmedi mi başımıza? Din bir yaşam tarzıdır, bir bütündür. Hayatın ayrılmaz bir parçasıdır. Bu laiklik konusuna girersek pek çabuk çıkamayacağım anlaşılan, neyse. Kanaatimce pek algılayamamış ramazan bayramını yazar. Ramazan bayramı Müslümanların birbirlerini ziyaret edip her türlü sıkıntıda zorlukta birbirlerinin yanlarında olduklarını hissettirebilmek içindir. Ve günümüz standartlarında çok nadir elde edilen bir fırsattır. Sadece Müslümanlar için değil insani vicdana sahip tüm insanlar hatırlanmak ziyaret edilmek ister.
“Zaten Hıristiyanların ve Yahudilerin sırf para kazanmak için kutladığını buna karşılık da Müslümanların noel, yılbaşı, paskalya gibi bayramları kutladıklarını ve böylece ödeştiklerini” söylüyor. Bir kere ben böylelerine Müslüman demem. Bunlar batı özentisi İslami değerlerini kaybetmiş insanlardır. Sorun da ortadan kısmen kalkmış oluyor.
Son olarak da “ne dinde olursa olsun bütün dinlerin 1. bayramları ulusal olandır (1935)” diye bitiriyor. Böyle saçma bir yazı da ancak böyle sapık bir sözle bitirilirdi. İslami kimliğimizi neredeyse yok sayan bu ırkçı düşüncenin o zamanki halinden hiçbir şey kaybetmediğini bu yazı sayesinde görmüş olduk. Eskilerden beri günümüze gelen bu İslami kimliğimizi yönelik ırkçılık politikaları birtakım düşüncesiz insanlar tarafından halen korunmakta ve yeni bir din olarak da topluma özümsendirmeye çalışılmakta. İslam ümmetliği, İslam kardeşliği bunlar biz Müslümanların vazgeçilmezleri. Bunları söyleyerekten insanları kendi devrimlerini yapmaya çağırıyorum.
“Bir çay bahçesinde İstanbul” yazısı geliyor ardından. Hanım Atakan yazısında İstanbul’un -onun tabiriyle- onlarca tayfası olan altın işlemeli kayıklardan dimdik, azametli duruşlu, etrafına kayıtsız şartsız bakış fırlatan padişahların (bu övgülerin devamından korkmadım değil. Uçuyordu felan) zamanından günümüze kadar yaşadığı değişiklikleri sunmuş okura.
O zamanlar yani (uçan) padişahların zamanında insanlar hep mutluymuş, hiç dertleri yokmuş. Geçim sıkıntısı, açlık, kavga gürültü yokmuş. İnsanlar sürekli İstanbul’u gezerlermiş. Konuşurmuş koklaşırmış falan. Ama insanlar şimdi dört duvar arasına tıkılıp kalmış. Betonhane bir İstanbul’da herkes kendi halinde, işindeymiş. Ben böyle anladım.
Ama bu yazar da fazla etkilenmiş bu dört duvar macerasından. Pek çıkmamış galiba o güzel günlerden sonra dışarı. Görmemiş aç olan insanların halini, sayıp bitiremediği duvarların ardından. Açmamış bu konuyu pek, inememiş halkın arasına. O güzel İstanbul rüyalarıyla padişahlarıyla uçmuş hep. Bir kesimle uğraşmış. Önceden gezen dolaşan, sorunlardan uzak İstanbul’u yudumlayanlardan sonra da işinde, aşında, ev yapan, eve yerleşenlerden bahsetmiş.
Ya diğerleri? İşi, aşı, evi olmayan hayatı betonhane duvarların sokaklarında geçenler. Yazarın halkın sorunlarına ışık tutması gerekmez mi? Bu sorun değil mi? Önce taş duvarlar mı, aç insanlar mı? Buna da değinmesini isterdim yazarın. İnsandan bahsediyoruz ezenlerden ve ezilenlerden…
Peşinden “Namık Kemal’in Gür Saçları Nerede” diye kısa bir yazı geliyor. Neymiş efendim adam peruk mu takıyormuş. Bunu araştıracaklarmış. Ya yeter artık uğraşmayın insanların saçıyla başıyla. İnsanların kafasının dışına takılıp kalma, içine bak!
Funda Özsoy Erdoğan adlı bayanın “Ortasından İstanbul Geçen Hikâyeler” adlı bir yazısı var. Sevinç Çokum’un beş adet kitabından bahsediyor. (Eğik Ağaçlar, Bölüşmek, Eski Bir Sokak Sesi, Makine, Derin Yara)
Deniz Özbeyli “Siz bakmayın hayatın gailesine İstanbul güzeldir, latiftir” demiş. Yazısında dikkatimi çeken bir yer var, “dünyevi kalan mevzuları bir kenara bırakalım” diyor. İşte bu olmaz. Bunlar hayatın gerçekleri. Sen hayattan yani gerçeklerden nasıl kopabilirsin ki!
Araya giren kapitalizm tuzağı reklâmlardan sonra 11 tane şiir sergilenmiş. “Ayna ve Çocuk, Çocuklar ve Güvercinler, Aşk, Ahşap Rüya Defteri, Yazlık Sinemalar, İstanbul, Yalnızlık, Albümdeki Fotoğrafın, Kördüğüm, Fırtına Kaçışı, Rumeli Sokağında Matem”.
“Kendi Gökkubbelerimizin Aynaları…” Yazarı Hümeyra Yuva. Yahya Kemal’in mısralarıyla başlayan yazı, Yahya Kemalin şiirleri üzerine kurulmuş. Şiirleri konu, içeriği hakkında açıklamalarda bulunulmuş.
Ve tekrar reklâm arasından sonra hikâyeler giriyorlar sahneye. İlk hikâye “Lacivert”. Yazarı Bahtiyar Aslan.
“Dokuzu Altı geçe”, yazarı Nihan Kaya. O dakikadaki yaşanan birçok hayatı sergilemiş yazısında.
“Çay Bardağı”, yazarı Sevgül Yılmaz. Kocasını kaybetmiş, seksenini aşmış bir kadının herhangi bir gününden bahseder ama küçüklüğünden kalma çok sevdiği bardağı kırılana kadar o zaman sıradan bir gün olmaktan başka bir yol ayrımına sapıyor. Ve kadının ruh hali…
“Bir Avuç Güneş”, yazarı Recep Şükrü Güngör. Değişik ve beklenmedik bir sonla biten bir hikâye. Adam evinde önce karısını öldürmekle suçlanıyor. Sonra askerler hapishanede bayıldığı söylüyorlar. Sonrada karısı nöbetlerinin geçtiğini artık işe gidebileceğini söylüyor. Birkaç bitiş.
Nevzat Özkan’ın “Kültür Adamı” diye bir yazısı var. Dili farklı, yaşadığı şehri farklı, olan insanların da bizlerle birçok ortak yönünün olduğunu vurguluyor. Bunu fark eden de başkasına da aynı gözle bakmayı öğrendiğinden bahsediyor. Batı özentiliğinden şikâyetçi. “geçmişte olup bitenler iyisiyle kötüsüyle bu günün içinde bulunduğumuz halin sebebi ve kaynağıdır. Hatta var olan pek çok eksik ve yanlışımızın giderilmesini sağlayacak bilgi ve veriler de, tarihin tozlu sayfalarında yer almaktadır.” Sanırım her şey gayet açık.
Kültür adamlığı insanın kendisini tanıması ve anlamasıyla başlayan, tüm hayatı ve hayatı kavramasıyla şekillenen, önyargılardan uzak, sağlam bir bilgi birikimine düşünme mekanizmasına ulaşmakla sonuçlanan zorlu sıkıntılı bir yolculuktur.” demiş. Örnek olarak da Cemil Meriç ve hayatından bahsetmiş. Felaketler içinde doğan sonraları fazla okumaktan gözlerini kaybeden ilk yazdığı zamanlar kitapları hiç talep görmeyen ama sonunda başaran bir adam Cemil Meriç.
“Yeni Türk şiiri üzerine yapılan çözümlemeler hem sayı hem de yöntem çeşitliliği bakımından yeterli değil. Son yıllarda bu alanda çalışmaların artması bu yetersizliğin fark edildiğini gösterir.” diyor ve “Şiir Çözümlemeleri Üzerine İki Kitap” başlıklı yazı yazıyor. (Yeni Türk Edebiyatı Şiir Çözümlemeleri ve Şiir Tahlili Teori –Uygulama kitapların isimleri.)
Altan Deliorman bir açıklamanın açıklamasını yapmış. Türk Edebiyatının Nisan, Mayıs tarihli sayılarında yayımlanan “Uzun bir ömrün kısa bir özeti” başlıklı yazısı Reha Oğuz beyin oğlu tarafında beğenilmiyor ve kendilerine bir şikayetname gönderiliyor. Tuğrul Türkan’ın sorun yaptığı şey babasını yeteri kadar Türklükle yüceltememiş. Demiştim size başından sonu belli bir dergi diye. Irkçılıkta son nokta. Bunların sıkı bir kimlik problemleri var. Yazar da açıklama yapıyor bir de, yok böyle bir şey!
Hamse ya da ikrar… Mutlu Kaplan… Kitap aslında Zafer Acar’a ait. Mutlu Bey de övgü yağdırmış kitaba. Kitap 5 mesneviden oluşuyor ve yazar son mesneviyi yarım bırakıyor ve kitabı bizim istediğimiz gibi bitirmemizi istiyor. Son övgü olarak “onun şiiri inkarın şiiri değil ikrarın şiiridir” diyor. Roni Margulies’in katıldığım bir sözü var “ayakkabı vurmayınca şiir yazılmaz” diye. İnsanın o sıkıntıyı, acıyı yaşamayınca o duygularını kağıda dökemez. Bu ad beraberinde inkârı getirir (kabul etmeyişi) ikrarı değil.
Şiiri bir bakımdan tevhitle özdeşleştirdiğimizde toplum konularından bahsetmesiyle, yaralarıyla, istekleriyle, acılara değinmesiyle benzer. Ve tevhidin özü lailaheillallah tır. Yani bir inkâr, ret, başkaldırış, kabul etmeyiş vardır. Bu bakımdan da tezatlık oluşturmaktadır.
Ve kapanış yapıyor sonunda dergi…
Etiket(ler): , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Türk Edebiyatı Dergisi, Ağustos 2010 – Nursena Gürer için 2 cevap

  1. çetin diyorki:

    Hakkaniyetli bir eleştiri olmuş.

  2. h.k.baytap diyorki:

    Taş devrinde yaşamak vardı şimdilerde
    Yada buz devrinde
    Sıcağı hiç hissetmemek
    Soğuk kanlılıkla ölümleri karşılamak
    Bunlar da aşıldı ya
    Ne kalıyor geride
    Kara delik gibi bir boşluk en derinde
    Mor,Mavi,Kara,Al mürekkepler lekeler
    Beyaz sayfalar kimlerin elinde?

Bir cevap yazın