Fayrap, 30 – Sümeyye Avşar

Kendini “popülist edebiyat dergisi” diye tanımlayan bir dergi olan Fayrap, olaylara halkın yanında, eleştirel bir perspektiften bakmayı öğrenmiş. En azından yazarların çoğu; batılılaşma yalanının, ülkedeki ağır kültürel baskının, Türkiye’nin kendi kendine nasıl sömürgeleştiğinin, mal biriktirenlerin hırsızlığın en alengirlisini becerdiğinin farkında. Fakat anlayamadığım bir şey var. Fayrap tüm bunlara rağmen 30. sayıya kadar reklam alabilmiş. Üstelik reklamlar halktan esnafın ya da halka fayda sağlayan bir kuruluşun değil de her fırsatta halkı dolandıran, dibine kadar sömüren turkcell, avea gibi şirketlerin reklamları. Halkçı edebiyat yapan derginin arka kapağındaki bu reklamlar, iç sayfalardaki popülist söylemlerle büyük tezat oluşturuyor. Neyse ki 30. sayısında bu durum nihayet değişebilmiş. O reklamların yerini Fayrap kitap tanıtımları almış. Böyle devam eder inşallah.
Hakan Arslanbenzer’in “halkçı edebiyatın halka faydası var mı?” yazısıyla başlıyor ağustos sayısı. Yaşayan bir edebiyat halkla iç içe olmak zorundadır, halkın zevklerini, sosyal şartlarını dikkate almalıdır diyor Arslanbenzer. Popüler kültür ve yüksek(?) kültürün aslında farklı olmadığını söylüyor. Çünkü, her ikisi de kendi özgünlükleri içinde ne derece yaratıcılık içerirse içersin esas olarak popülist kültürün ve bizzat halk kültürünün yok edilmesine yarayan modern icatlardır. Bir yanda Beethoven besteleri diğer yanda Fazıl Say’ın medya tarafından zihinlerimize akıtılan aptal küfürleri. Bir yanda Hamid’in Makber şarkısı diğer yanda “oynama şıkıdım şıkıdım”.
Sekiz tane şiir var; Melek Arslanbenzer’in “Koşmak ”, Elyasa Koytak’ın “Bir türk fethi”, “Cenaze hazırlanırken gözlerini açtı”, “Çaycıda destan”, “Devrim fetvası”, “I’m not a jew”, Mehmet Aycı’nın “Türk şiiri 2010” ve Hüseyin Avni Cinozoğlu’nun “Caddebostan marina”. Daha şiirleri okumadan başlıklara bakıyorum fauller başlamış. “Bir türk fethi” “Türk şiiri 2010”… Bu dergi Türkiye’de çıkıyor ve popülist edebiyat dergisi… Peki, nasıl oluyor da bu halkın adı Türk oluyor? Anayasanın kendi halkını tanımlama gereksinimi -saçmalığı- Fayrap yazarlarında da var ne yazık ki. Eğer etnik köken, ulus kimliği muhabbeti yapacaksanız bırakın kardeşim “popülist”i falan. Bu sınırlarda kaç milyon Kürt yaşadığını hepimiz biliyoruz. Ne kadar Ermeni ya da Arap yaşadığını da. Tabi katliamlardan, tehcirlerden, soykırımlardan, köylerin yakılmasından, evlerin yağmalanmasından geriye ne kadar kaldılarsa… Halkın etnik kimliklerindeki çeşitlilik böyleyken, hala Türk şiiri’ne Türk fethi’ne devam edebiliyorsak yazıklar olsun bu halkçı söylemlere…
“Adam çıkmış bağırıyor dibine vuruyor konformizm/ Koşmak gerek diyorum bağırmak yerine/ Koşmak yağmurda çıplak ayaklarla/ Yağmurda bombalar altında/ Koşmak büyük bir eylemdir tekrar ediyorum” demiş Melek Arslanbenzer. Adam bağırıyor, karşı çıkıyor modernizme, batıcılığa fakat konformizmin de dibine vuruyor, artık bağırmak yerine fiile geçirmeli inandıklarımızı, bağırdıklarımızı, her türlü riski göze alıp yani yağmurda çıplak ayaklarla, üstelik bombalar altında koşmalı diyor Arslanbenzer anladığım kadarıyla. “Genç çocuklar diyorum otuzuma gelmedim daha/ Genç ve yoksul çocuklar zaten otuzuna gelirler en fazla” şiirin en can alıcı dizeleri. O kadar fazla yarayı tarif ediyor ki bu iki dize. Dört yaşındaki yavrunun boyacılık yaptığı, 12 kişilik ailenin aylık 500 lirayla geçindiği, 7 yaşından itibaren sanayide motor yağlarıyla koklaşarak geçen hayatların olduğu, elindeki geçen ya da arakladığı 1 TL ile bally alıp sokaklarda onunla arkadaş olduğu, bu çocukları görüp onların yanından geçerken ya çantasına sıkı sıkı sarılan ya da en ufak hatalarında öldüresiye döven insanların yaşadığı ve bu çocukları sokakta tinerlere ve ballylere terk eden insanların magazin programlarını çekirdekle izlediği, işadamı bakan ya da ne haltsa gördüğünde neresini ilikleyeceğini nasıl selam vereceğini bilemediği bir ülkenin yaralarını. Ya da köyleri yakılan, biricik anasının kendi gözleri önünde öldürüldüğünü, hatta öldürülmekten de beter edildiğini gören çocukların 15 yaşına geldiğinde dağlardan başka yaşayacak yerleri olmadığı bir ülkenin yaralarını.
“Mülkiyelilere başörtüsüyle girilmiyor/ Sanırsınız bomba var içerde/ Sanırsınız askeri üs sanırsınız ordu gericiliğe karşı/ Altı üstü sosyal tesis ulan yavşak/ Kapısında öyle yazıyor” dörtlüğü tam bir fiyasko olmuş Melek abla. Binlerce insanın onurla taşıdığı başörtünün yasaklandığı rezilce kuralların olduğu ülkenin insanları sizin bu küfrünüzle bilinçlenmiyor. Maalesef bu insanlık dışı yasağı koyanla da akıllanmıyor. Ne yazık ki bu sizi ne halkın yanında kılıyor ne de haklı… Sadece “eyvallah, haklısın” diyecek olan varsa vazgeçiyor bu fikirden. Hem anlamadım içerde bomba olsa, orası askeri üs olsa ya da ordu gericiliğe karşı olsa meşru mu olacak “Mülkiyelilere başörtüsüyle girilmiyor”?
Üç hikâye var. İkisi çeviri; Leslie Marmon Silko “öykücü”, Kolyo Georgiyev “doğmuş olmam ne güzel”. Diğerinin hikâye olduğundan emin değilim. Sanki Esra Türkan kamera günlüğü tutuyor. Sanki ilkokulda mecburen günlük yazardık ya, onun gibi. Yani kaseti doldurmak için zorlamış. Ya da sıkılıp aynanın karşısında kendi kendine konuşan biri, haşlanmış brokoliden amcaoğlunun bebeğine.
Dört yazılık bir armağan hazırlamışlar Ümit Aktaş’a, doğum günü şerefine. “Hür ve göçebe Ümit Aktaş biyografisi” Esma Güneş, “ Ümit Aktaş şiirinde doğa, varoluş ve anarşi” Hakan Arslanbenzer, “Akıl, aşk ve insan Ümit Aktaşı’ın romanları” Fazıl Baş ve “İnsanda direnen düşünce Ümit Aktaş’ın siyasi yazıları” Yunus Bilge Özdemir.
Hür ve göçebe Ümit Aktaş’ın biyografisi’nde doğumundan, yetiştiği çevre, okuduğu okullardan ve yazdığı kitaplardan bahsetmiş Esma Güneş. İlk çocukluk yılları, neredeyse bütün kış mevsimini yaşayan, dünyayla bağlantısı Philips marka pilli bir radyodan ibaret olan Erzincan Refahiye’nin bir dağ köyü olan Pınaryolu’nda geçer. Yalnız ve sessiz bir çocuktur. Bu durum ileriki yaşlarda edilgenlikten etkenliğe yani yalnızlıktan bağımsızlığa evrilecektir. Ne eşraf-bürokrat çocukları gibi seçkin ne de esnaf -köylü-işçi çocukları kaba saba ve kavgacıydım diyor Ümit Aktaş. Orta ikide Şehyeddinle tanışır. Şehyeddin’in birkaç öğrenciyle paylaştığı ev edebi ve siyasi tartışmaların yapıldığı bir mahfil konumundadır. Şiirin ilk tohumunun yüreğine o yıllarda atıldığını söyler Aktaş. Liseyi Erzincan Lisesi’nde yatılı okur, Alevi-Sünni, sağ-sol kavgaları olurken kendisini hiçbir siyasi gruba ait hissetmez. Üniversite sınavına girer, kazanır. Fakat kendi istediği sosyolojiyi değil de babasının istediği elektrik mühendisliğini seçer. Üniversitedeyken şiir yazmaya devam eder. Hayatına yeni bir yön vermek ister, İslam’la tanışır. Önceleri İslam uğrak iken artık yoldur. Bu yolda da devam eder hayatı, şiirleri ilk Yeni Devir’de yayımlanır. Çalışmak zorundadır ve Deniz Nakliyat Şirketi’nin Avrupa’ya Yük taşıyan gemilerinden birinde çalışmaya başlar. Sonra 1981’de İstanbul’a döner. Askerliğini Kilis’te yapar Cemil Meriç’i de burada keşfeder. Evlenip Rus Halkçıları gibi Anadolu’ya, Elazığ’a gider fakat 1989’da İstanbul’a döner. Yöntem üzerine yaptığı okumaların bir neticesi olarak Toplumsal Hareketlerde Yöntem kitabı yayımlanır. Dergah dergisi ve Mustafa Kutlu’yla iletişimi başlar ve şiirlerini artık Dergah’a gönderir. 93-94 yılları arasında bir grup arkadaşıyla Yeni Zemin’ çıkarır. İlk şiir kitabı Cennetten Düşüş’tür. Adem ve Rüya adlı iki romanı var. Diğer eserleri de Anarşizm, Tarihin Devrimci Yüzü ve İslami Devrim, Düşünsel Yöntemler ve Toplumsal Hareketler, İslami Hareketin Vasıfları, İslami Hareket ve Yöntem, Akıl Aşk ve İslam, Osmanlı Çağı ve Sonrası, Okuma serüveni ve ikinci şiir kitabı şehri terk etmeden Önce’dir. Hâlihazırda Özgün Duruş gazetesinin genel yayın koordinatörü ve Özgün Düşünceyi çıkaranlar arasında. Ve temmuz-ağustos sayısında “Anne” şiiriyle Tasfiye’de yazmaya başlıyor.
Yılmaz Yılmaz’ın Alpay Doğan Yıldız ile söyleşisiyle devam ediyor Fayrap; Olay olmadan hikâye olur mu? Alpay Doğan Yıldız’dan bahsedeyim biraz. GOP Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde öğretim üyesi. “Selim İleri’nin Romanları Üzerine Okur Merkezli Bir Yaklaşım” adlı çalışmasıyla yüksek lisans, “Kerime Nadir, Esat Mahmut Karakurt, Muazzez Tahsin Berkant Örneklerinde 1930–1950 Dönemi Popüler Türk Romanları Üzerine Tematik Bir İnceleme” adlı çalışmasıyla doktorasını yaptı. Dergah, Hece, Yedi İklim, Milli Eğitim dergilerinde yazıları yayımlandı. Dergah yayınlarından “Hikâye İncelemeleri ve Popüler Türk Romanları” yayımlandı.
1970’li yıllardan başlayıp 90’lara kadar gelmiş -hala devam ediyor- ideolojik hikâyeciliği ele alıyorlar önce. Yıldız’a göre “Toplumsal olayların hareketlerin hikâyeye yansıması normal fakat gereğinden fazla olmaz. Toplumda sloganlaşmış fikirlerin, doğrudan sanata hikâyeye girmesi, hikâyenin bu fikirleri dillendirmek için bir araç olarak değerlendirilmesi hoş değil fakat yanlış deme hakkımız da yok”. Bu sloganlaşmış fikirler toplumun sorunlarından, sıkıntılarından dolayı ortaya çıkmaz mı? Durup dururken fikir mi çıkartılır? Sonuçta fikirlerin hayat felsefendir, ona göre yaşarsın. Hikâyede gerçeklerden kopmayacaksa, halkın yaşamını sorunlarını dillendirecekse neden bunlara kota koyulsun ki? Gereğinden fazla… gerek kime göre, sınır ne? Söyleşinin devamı, metnin yapısıyla üslubuyla falan ilgili. Durum hikâyeciliği mi yaygın, olay hikâyeciliği mi? Dili, anlatımdaki özellikleri, karakterlerin oluşturulması gibi konular.
Esin Pervane “Ayfer Tunç’u sevmememin 10 nedeni” adlı eleştirisini kaleme almış. Sadece Ayfer Tunç’un üslubunu, hikâyelerde motifleri kullanımını, karakterleri nasıl seçtiğini ya da hikâyeleri nasıl bitirdiğini eleştirmiş. Yani tüm eleştirisi, Ayfer Tunç’u sevmemesinin nedenleri aynı olayı sürekli tekrar etmesi, aynı motifleri eylemleri tekrar tekrar kullanması, kelimeleri müsrif kullanması, tek sesliliğe yatkınlığı, vasat hikâyelerle kitap doldurması falan. Dişe gelir eleştirisi karakterleri, hikâyelerdeki küçük unsurları, mekanları yazarken ki seçkinci tavrına yönelik olmuş. Yani hepsi halktan kopuk. Demek ki hikâyeler işlevsiz. Mesela işleri Beyazıt Kulesi’nde ikamet edip hava durumunu gösteren ışıkları yanıp söndürmektir, isimleri Esterea Delareyna, Süsendir. Ayşe, Fatma, Ali, Fahrettin yoktur ya da çöpçü, seyyar satıcı falan. Fırtına, şimşek yağmur sesleri, insanın içine uğuldayan karlı bir ormanda yalnız kalma korkusu düşüren müzikler, ahşap evlerin gıcırtıları duyulur da tüpçü geçmez sokaklardan, münasebetsizce cep telefonu çalmaz diyor Pervane. Kahramanların hepsi bilge kişilerdir. Bir mahalle terzisi “Ya ölecektim, ya eski yaralarımla doğacaktım yeniden” gibi Atilla İhan mürekkebi yalamış cümleler kuruyormuş. Evet, Pervane’nin de dediği gibi uzaktan yakından alakası yok bu insanların; pazarda “ üç kilo beş milyooon abla gel bah” diyenlerle, “abi mendil alır mısın” diyenlerle, neredeyse bütün gece çöpleri dolaşıp karton toplayan çocuklarla, nerede uyuyacağını nerede şişleneceğini düşünerek gününü geçiren yetimlerle… En sonunda o hiç sevmediği Ayfer Tunç’a “Pırıl pırıl bir Türkçe ve ehli bir kalemle yazılmış hikâyeler olabilir elimizdekiler ama gözümüzü almaya yetmiyor”. Ne gerek vardı bu gönül almaya bilmiyorum…
Fayrap’ın 1960’ların dünyası adlı çalışması bu sayıda da devam ediyor. “Türklerin Dönüşü Üzerine” adlı makaleyi kaleme almış Muhammed Sarı. Herkeste bir özgürlük havası, ülkenin geleceği üzerine söz söyleme hakkı, sistemi sorgulama gibi şeylerin olduğu, İslamcıların, sosyalistlerin, milliyetçilerin, liberallerin ve güya bunlar arasında pay edilmiş işçilerin, kadınların, öğrencilerin ilk kez bu kimlikleriyle konuşabildiği bir Türkiye diye tanımlamış yazar 1960 Türkiye’sini. Maşalık, uşaklık, işbirlikçilik, komprador burjuvalık gibi ithamların pek yeni olmasa da yaygınlaştığı yıllar. Genel tablo yer değiştirmeler, kısa vadeli işbirlikleri, nöbetleşe eylemler, rol ve söylem çalmalar, zıddına inkılap etmelerle şekillenmiş diyor. Bu karmaşaya sebep 2. Dünya Savaşı derseniz evrenselci, 1960 darbesi 1961 anayasası derseniz muhafazakar sağcı, sınıfların ve bireylerin özgürleşmesi derseniz solcu, olduğunuzu ihsas etmiş sayılıyorsunuz. Yazarın yanlış sayılamayacak bir tespiti var; bugüne geldiğimizde evrenselcilerin Amerikacıya muhafazakârların devlet muhafızına, solcuların tek kişilik komünistlere dönüştüğünü gördük. Bir düşüncenin Türkçeye tercümesinin tam olarak gerçekleştiği yerin sokak olduğunu tercümeden tecrübeye geçenin hep halk olduğunu söylüyor. Halkın da batıdan alınanları nasıl aldığını anlamak için sloganlar, afişler, pankartlar, duvar yazıları, bildiriler, manifestolar en iyi yoldur 60’larda.
Şiirle sosyoloji arasındaki eş başkanlık 60’larda sosyoloji lehine bozulmuş gibidir. 50’lerde DP’nin başlattığı farklı kültürel yönsemeler ve 27 Mayıs darbesinin sosyalizme açıklığı, sosyolojinin Türklerin düşüncesini anlama ve geliştirmede bir yer edinmesini sağlamıştır.
Bob Dylan’ın “Acı bir sağanak bastıracak” şarkısıyla okuyucuyla vedalaşıyor Fayrap.
“…Yeni doğmuş bir bebek gördüm

Vahşi kurtlar sarmıştı dört bir yanını

Elmastan bir yol gördüm üstünde in cin top oynayan

Kan damlatan kapkara bir dal gördüm

Gördüm kanayan çekiçler ellerinde

Bir oda dolusu adam…”
Etiket(ler): .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın