Felsefenin Ortaya Çıkışı ve Tabiat Filozofları – Berke Kahraman

Yazıya başlamadan önce şunu ifade etmek gerekiyor ki tarihe dair yapılan her okuma; o dönemi birebir gözlemleme şansımız olmadığından ve kişisel bakış açılarımız, yaptığımız yorumu doğrudan etkilediğinden anakroniktir. Özellikle de milattan öncesine dair yapılan okuma ve yorumlamalarda elimizdeki belge ve kaynak sayısı bile çok azdır. Bu nedenle bilinmesi gerekir ki benim yapacağım şey bulunduğum nokta itibariyle oraya dair bir bakış açısı geliştirmeye çalışmaktır.

İnsan soyu, yeryüzünde var olduktan sonra belirli dönemlerin ardından yerleşik hayata geçmiştir. Bununla beraber gündemine girmiş temel bir soru vardır: “Nasıl toplum olacağız ve bir arada nasıl yaşayacağız?” Tarihte bunun birden fazla cevap ve örneği vardır. Bunun en ilkel formu, gücü ve otoriteyi elinde bulunduran bir kişinin diğerlerine boyun eğdirerek toplumu kendi istekleri çerçevesinde yönlendirmesidir. Bu toplum modeli, o kişi gücünü ve otoritesini koruduğu müddetçe devam eder. Diğer bir yöntem ise fikre dayalı bir toplum olma ve bir arada yaşamadır. Bu da kendi içerisinde ikiye ayrılır: Birincisi, biraz önce bahsettiğimiz tipe benzeyen, toplumu sadece güç ve otoriteyle bir arada tutamayacağını bilen akıllı, zeki, lider ruhlu birinin ortaya çıkması; gücünü ve propaganda imkânlarını kullanarak toplumu hem güçle hem de fikirle ikna etmesi ve böylece bir araya getirmesidir. Bu, tarih boyunca en yaygın görülen örnektir. İkinci yöntem ise tamamen fikre ve ortak uzlaşıya dayalı bir araya gelme ve yaşamadır. Bu, tarihte çok az rastladığımız bir toplumsallaşma ve bir arada yaşama örneğidir çünkü böyle olabilmesi için farklı zaafları, eğilimleri ve arzuları olan kişilerin çoğunu ikna edecek ve o fikirde kendisinden bir parça buldurarak “Bizi bir arada tutacak, yaşatacak ve tatmin edecek fikir işte bu!” dedirtmesi gerekir ki bu da doğal olarak zor ve örneği azdır.

Bu girizgâhı yapmamızın sebebi felsefenin ortaya çıkışında bu sorunun temel bir rol oynamasıdır. Sorunun cevabı için felsefenin ortaya çıktığı döneme gitmemiz gerekir. Bilindiği gibi meşhur felsefeci Aristoteles, felsefeyi Thalesle başlatır. Thales, günümüzden yaklaşık 2500 yıl önce yaşamıştır. Bahsettiğimiz bu dönem çok dikkat çekicidir. Zira Konfüçyüs, Buda, Zerdüşt, Hermes gibi medeniyet tarihi açısından kilit rol oynamış ve bugün bile fikirleri insanları etkileyen isimler de yine bu dönemde birbirlerine yakın tarihlerde yaşamışlardır. Neden hepsinin aynı dönemde yaşadığına dair bir şey söylemek ne yazık ki güç ama sanırım cevabını aramamız gereken asıl kritik soru “Neden Thales evreni yorumlarken akılcı, sorgulayıcı bir yönteme yöneldi de diğerleri daha dogmatik ve mitolojik yorumlar üzerinden bir evren okumasına giriştiler?” sorusudur. Bu soruya birden fazla cevap vermek ve yorum yapmak şüphesiz mümkün. Bu noktada ben kendimce bir bakış açısı geliştirmeye çalışacağım.

Biraz önce bahsettiğimiz ünlü düşünürlerin ortaya çıktığı Mısır, İran, Uzak Doğu gibi bölgeler bir medeniyet geçmişine sahip olmasının yanında dönemin iletişim, ulaşım şartları açısından da izole toplumlardır. İzole bir ortamda belirli bir fikri tesis etmek, hele de otoritenin desteğini arkasına almışsa oldukça kolaydır. Böyle toplumlarda geniş kitlelerin ikna edilmesi büyük bir sorun teşkil etmez çünkü dönemin şartları açısından evreni incelemede kullanılan aletler son derece ilkel ve yetersizdir, çoğunlukla çıplak gözlem kullanılır. Doğal olarak bu şartlar altında yapılan açıklamalarda birçok boşluklar oluşur ve bu boşluklar insanlara esrarengiz ve cazip gelebilecek dogmatik, mitolojik anlatımlarla doldurulur. Mesela Uzak Doğu kültüründe bu anlatımlar, her şeye içkin bir tanrı ve nirvanayla isimlendirilen bir olgunlaşma sürecinde her şeyin tekrar tekrar başka formlarda hayata gelmesi (reenkarnasyon) şeklinde karşımıza çıkarken Zerdüştlükte Hürmüz ve Ehrimen üzerinden iyinin ve kötünün çatışması, Hermetik kültürde bugünkü tasavvufa ve mistik anlayışa kaynaklık teşkil edecek şekilde içkin bir tanrı anlayışı, Yunan’da da Olimpos dağı ve Zeus eksenli çoktanrılı bir anlayışla karşımıza çıkar.

Bu birbirinden izole ve daha çok homojen diyebileceğimiz toplumların yanında bir de Akdeniz havzasında ticaret şehirlerinin ve kolonilerin kurulduğu, karşılıklı iletişimin yaşandığı bir bölge de mevcuttur. Buralarda mitolojik anlatımları mümkün kılan izolasyon kırılmıştır ve bireylerin belli bir fikre ikna edilmesi zorlaşmıştır. Bu havzadaki kolonilerin özelliği hiçbir imparatorluğun etkisinde olmamaları; buraları oluşturan kişilerin ya kendi toplumlarında tutunamamış, suç işleyip kaçarak buraya sığınmış ya da ticaret yapmak için buralara gelmiş insanlar olmalarıdır. Yani koloni şehirleri farklı niteliklerde farklı kültürlerden, farklı coğrafyalardan insanların bir araya geldikleri yerlerdir. Buralar ticaret amaçlı yerler olduklarından buraya gelenlerin kalıcı bir medeniyet kurma amaçları yoktur. Bir otoritenin çıkıp bu insanlara boyun eğdirmesi de mümkün değildir çünkü baskı ile karşılaştıklarında bu insanlar yine kolayca kaçabilir ve başka bir yerde başka bir koloni oluşturabilir. Bundan dolayı da burada farklılıklara saygı gösterecek, bir arada yaşatacak bir usul ve yapı geliştirmek mecburiyeti doğmuştur.

Tarihin en meşhur koloni şehirlerinden Efes, Milet ve İyonya, yukarıda ifade edilen özelliklere sahiptir. Buralarda Agora adı verilen meydanlar vardı ve insanlar agorada toplanarak ortak karar alıyorlardı. Merkezi ve baskıcı bir sosyallik ortaya çıkarmaması için bir liderleri yoktu; altı aylık periyodlarla lider değiştiriyorlardı. Böyle bir işleyişte liderin fonksiyonu bir çeşit moderatörlüktü. Yine tek bir kişi askeri gücü ele geçirerek otoriterleşmesin diye düzenli bir orduları yoktu; herhangi bir tehdit ve tehlike anında üç komutan belirliyor ve tehditle hep beraber mücadele ediyorlardı. Tehlike geçince de komutanların görevleri sona eriyordu. Bu açıdan baktığımızda dönemin otoriter devlet yapılarına karşı daha istişareye dayalı, farklı fikirlere açık ve farklılıkların bir arada yaşamasına imkân sağlayan bir yapıyla karşılaşıyoruz. İşte böyle bir ortamda bundan önce de belirttiğimiz gibi dogmatik bir kültürün kendini dayatması ve kabul ettirmesi mümkün değildi. Geçerlilik kazanabilmesi için bir fikrin veya kültürün çoğunluğu ikna etmesi gerekiyordu. Farklı kültürlerden gelen insanları ikna etmenin yolu ise belli ispat süreçlerinden geçmiş ve kişilerin aklına hitap eden söylemler üretmekti.

Aristoteles tarafından felsefenin kurucusu olarak nitelendirilen Thales böyle bir ortamda, İyonya’da ortaya çıktı. Thales, mitolojik kültürlerden farklı olarak evrendeki her şeyin ortak bir asılla açıklanabileceğini düşündü ve bunu “Her şeyin bir aslı (arche), ortak yapı taşı vardır.” cümlesiyle ifade etti. Bu cümle, duyuların şahit olduğu görünüşle kurulabilecek bir önerme değildir çünkü içinde yaşanılan âlem birbirinden farklı bir sürü nesneden oluşmakta ve mütemadiyen değişime uğramaktadır. Thales, bu iddiasıyla görünen âlemin ötesine geçmekte, ancak akılla kavranabilecek ve ispata dayalı argümanlarla savunulabilecek bir önermede bulunmaktadır.

Yaşadığı ortamı düşündüğümüzde “her şeyin bir aslı olduğu” argümanından yola çıkmak önemlidir; farklı coğrafyalardan gelmiş, farklı niteliklerdeki insanların ortak bir şeye ikna olmasını sağlayacak olan budur. Thales de kendisine, “Varlıkta, insanda ortak ne var? İnsanları neyin, hangi ortaklığın etrafında toplayabiliriz?” diye sormuş olmalıdır. Böyle bir sorunun bizatihi kendisi önemlidir. Soruya verilen cevap yanlış da olsa soruyla birlikte felsefe tarihini başlatan yeni bir çığır açılmış olmaktadır. Bu çığırı kısaca akli kavrayış, ispat ve ikna kavramlarıyla açıklayabiliriz.

Thales’e göre arche (asıl) “su (ocean)”dur. Sonrasında Pythagoras buna “sayı”, Heraklitos “ateş”, Anaksimenes “hava”, Anaksimandros “sonsuzluk”, Parmenidas ve Ksenofanes “bir” yani Tanrı, Anoiksagoras “tohum”, Demokritos “atom” demiştir.

Felsefe her ne kadar İyonya’da Thales’le başladıysa da bundan sonraki süreçte Akdeniz havzasına yayılmaya başlamıştır. İyonya’dan Yunanistan’a, oradan İtalya’ya Sicilya kıyılarına kadar geçmiştir. Ticaret yoluyla iletişim de gerçekleşmiş, bir yerde ortaya çıkan fikir başka yerlere de yavaş da olsa ulaşmıştır fakat bu durum fazla sürmemiştir. Koloni şehirciliğinde, sistemin doğasından kaynaklanan bozulmalar başlamıştır.

Koloni sehirciliğinin devamı, iki unsura bağlıdır: I. Her gelenin bir toprak sahibi olabilmesi, II. Üstesinden gelinemeyecek bir dış tehditle karşılaşmama.

Her gelenin toprak sahibi olması, sınıf farklarının ortaya çıkmaması için birinci şarttır. Toprak bittiğinde kaçınılmaz olarak işçilik olgusu ortaya çıkar ve bununla birlikte mülk sahipleri zenginleşir. Sonuçta kimilerinin efendi, kimilerinin köle olduğu kaçınılmaz bir sosyal durum oluşur. Ne var ki toprak sınırlıdır. Er geç bitecektir ve bitmiştir. Ayrıca düzenli bir ordu olmadığından Perslerin gelişiyle birlikte şehirler varlığını sürdürememiştir.

Bu gelişmelere şahit olan ve doğal olarak etkilenen Heraklitos; “Asıl olan ‘değişim’dir, hiçbir şey sabit kalmaz.” tezini ortaya atmıştır. Bu fikir aynı zamanda “Hakikat diye bir şey yoktur.” anlamına da gelmektedir çünkü ancak sabit olanın bilgisi edinilebilir. Değişen ise sürekli değişme halinde olduğu için, bir sabitlik halinde yakalanamaz ve hakkında her durumda geçerli olacak önermelerde bulunulamaz.

Aynı dönemde Ege’nin karşı kıyısı İtalya’da Parmenides, “Asıl olan ‘varlık’tır, değişen hiçbir şey yoktur.” demiştir. Yani nesneler sürekli değişse de varlık oluşları değişmez. Bu durumda bilginin konusu da tek tek nesneler değil, asıl olandır. Yani varlıktır. Hakikat denilen şey de varlığın bilgisine ermektir.

Siyasi gerilimlerin iyice arttığı ve toplumların kırılganlaştığı böyle bir dönemde ortaya çıkan bu iki kutuplu tartışma, o günün düşünce şartlarını belirlemiştir. Her şeyin bir “aslı” olduğu söylenmiş ama bu “aslın” ne olduğu üzerinde uzlaşılamamıştır. Sadece bununla da kalınmamış, birbirini nakzeden iki uca evrilmiştir. Böyle bir aşamada Sofistler, bu kısır döngüye tepki olarak ortaya çıkmış ve “Hakikat diye bir şey yoktur, her şey bir ikna etme sanatıdır; kimin görüşü daha ikna edici ise o kabul edilir fakat insanlar bunu hakikat zannederler!” demiştir. Sofizmin temsilcilerinden Gorgias, “Hakikat diye bir şey yoktur; varsa da bilinemez, bilinse de anlatılamaz!” diyerek; Protagoras ise “İnsan her şeyin ölçütüdür, ne kadar insan varsa o kadar da gerçek vardır.” tespitinde bulunarak Thales ile başlayan akli kavrayış sürecini sona erdirmeye çalışmıştır.

Felsefe tarihinde sofistlere kadar olan sürecin ismi “tabiat felsefesi” olarak kabul edilmiş, filozoflarına da “doğa filozofları” denmiştir. Felsefenin başlangıç noktası olarak da burası referans alınmıştır.

Etiket(ler): , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın