İspanya İç Savaşı ve Devrimi İçin Bir Rehber Kitap: Katalonya’ya Selam
İnsanın bilgisi de bilinci de süreç içinde ve toplumsal gelişmelere bağlı olarak gelişiyor. 1960’lı ve 1970’li yıllarda, 1930’lar İspanya’sında olup bitenler (bütün çağın bir özeti gibiydi burada birkaç yıl içinde yaşananlar) hakkındaki bilgim ve algım son derece kısıtlıydı. Bir tek Ernest Hemingway’ın Çanlar Kimin İçin Çalıyor (çev: Sevim Rasa, Oda Yayınevi, 1993; benim okuduğum 1960’larda yapılan bir baskıdandı) romanını okumuştum. Bütün bildiğim, Franko’nun cumhuriyetçilere karşı ayaklandığı, cumhuriyetçilerle faşistler arasında üç yıl süren bir iç savaş yaşandığı ve sonunda faşistlerin zafer kazandıklarıydı. Cumhuriyetçilerin safında çarpışan Uluslararası Tugaylar’ın enternasyonalist ruhu bizlere heyecan verirdi. Uzaktan uzağa, bu iç savaşta anarşistlerin de bir hayli yararlık gösterdikleri, ölüm pahasına arabalarını faşist mevzilerine sürdüklerini de duymuştum. Galiba bu bilgi (daha sonra, 1980’li yıllarda okuduğum), Andre Malroux’un Umut (çev: Atilla İlhan, İletişim, 1998; ama ben aynı çevirinin daha önceki bir baskısını okumuştum) adlı romanından kaynaklanıyordu. Çünkü romandan böyle bir sahne hatırlıyorum. Ama hepsi bu kadar.
“İspanya İç Savaşı” (ki bu adın egemen düşünce tarafından verildiğini, aslında bunun bir devrim olduğunu bilincim geliştikçe kavrayacaktım) hakkındaki bilgim ve algım esasen, 1980’den sonra, sosyalist romantizmden (ya da körlükten) sosyalist eleştirelliğe geçiş sürecinde gelişti. Nasıl Sovyetler Birliği üzerine muhalif literatürü (başta Isaac Deutscher’in Troçki’leri) okumaya başladıysam, “İspanya İç Savaşı” hakkında da değişik kaynakları merak etme sürecine girmiştim. Bu konuda okuduğum, görece farklı şeyler anlatan ve konuya daha yakından bakmamı sağlayan kitap, Pierre Borue ve Emile Temime’nin yazdığı, İspanya İç Savaşı (çev. Aydın emeç, Hürriyet Yayınları, 1976) adlı kitaptı. Kafamda “komünistler”in bu iç savaştaki bulanık rolü konusunda ilk soruları yaratanın bu kitap olduğunu hatırlıyorum. Fakat bu konuda kafamı esas açan kitabın, Jülide Ergüder tarafından çevrilen ve Alan Yayıncılık tarafından 1985’te yayımlanan, George Orwell’in Katalonya’ya Selam kitabı olmuştur. Kitabı çıkar çıkmaz, 1980’lerin ortalarında okumuştum. Harika bir kapakla çıkan yeni baskısı: George Orwell, Katalonya’ya Selam, çev: Jülide Ergüden, bgst Yayınları, Mayıs 2011
Ne var ki, kitapta yazılan şok edici anlatımları bir güzel sindirebilmek için, yalnız “İspanya İç Savaşı” hakkında kafamıza sokulmuş Komintern kaynaklı yanlış bilgilerle, anarşistler hakkındaki önyargılarla uğraşmak yetmiyordu; aynı zamanda, George Orwell hakkındaki, yine Komintern ve Sovyetler Birliği kaynaklı olup Soğuk Savaş döneminde iyice yaygınlaştırılmış ve kökleştirilmiş anti-propagandanın beynimizde yarattığı tahribatla da başa çıkmam gerekiyordu. Kaldı ki, bu propaganda önemli ölçüde karalamaya dayansa da, kısmen de bazı gerçeklere dayandığı için etki gücü büyüktü. George Orwell’in, Sovyetler Birliği’nde devrimin yozlaşmasını anlatan Hayvanlar Çiftliği (çev: Celal Üster, yeni baskısı, Can Yayınları, 2007) ve Stalinist korku imparatorluğunu anlatan 1984 (çev. Celal üster, yeni baskısı Can Yayınları, 2011) romanlarının, Soğuk Savaş sırasında batı tarafından kullanıldığı doğruydu. George Orwell’in batının ajanı olduğu, tipik bir Stalinist karaçalma olmakla birlikte, Orwell’in ömrünün son yılında, bir arkadaşı aracılığıyla, İngiltere’deki “komünist” yazarların isimlerini İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na yolladığı yönünde bir şaibe de mevcuttu.
Katalonya’ya Selam kitabının kafamda hem “İspanya İç Savaşı”, hem de George Orwell hakkındaki önyargıları yıktığını ve bulutları dağıttığını söyleyebilirim. “İspanya İç Savaşı”, yaşandığı sırada veya daha sonra ne ad verilirse verilsin aslında bir devrimdi ve George Orwell, kısa ömrünün (1950 yılında, 47 yaşında öldü) daha sonraki aşamasında “ne yapmış” olursa olsun, İspanya Devriminde yer almış, devrimci Marksistlerin örgütü POUM saflarında bir milis olarak çarpışmış, İspanyol emekçileriyle omuz omuza her türlü zorluğa katlanmış, ölümcül bir şekilde (kurşun boğazından girip ensesinden çıkmıştı) yaralanmış bir devrimciydi ve kitabında anlattıkları, eşsiz değerde bir İspanya devrimi rehberiydi. Elbette bu rehber kitap, 1995 yılında Ayrıntı Yayınları tarafından basılmış, Hans Magnus Enzensberger’in Anarşizmin Kısa Yazı (çev: Mehmet Aşçı); 1996 yılında Kaos Yayınları tarafından basılmış ve bu yıl Kaos Yayınları ve Yayın Kolektifi’nin işbirliğiyle yeniden basılacak, Abel Paz’ın Halk Silahlanınca (çev: Gün Zileli) ve yine Ayrıntı’nın 2010 yılında bastığı, Michel Ragon’un Kaybedenlerin Belleği (çev: Işık Ergüden) ile birlikte okunduğu zaman her şey iyice gün yüzüne çıkmaktadır.
Devrim Gözle Görülür
Kitabı 1937 yılında yazmaya başlayan ve 1938 yılında Londra’da yayımlayan George Orwell’in, 1936 yılı sonları Barselona’sına ilişkin anlattığı devrim görüntüleri gerçekten eşsizdir ve John Reed’in Dünyayı Sarsan On Gün (çev: Rasih Güran, yeni baskısı Yordam Kitap, 2006) adlı, Sovyet devriminin ilk günlerini anlatan kitabıyla boy ölçüşecek düzeydedir, hatta yer yer ondan da daha canlı, kapsamlı tasvirler ve değerlendirmeler içermektedir:
Anarşistler, Katalonya’da hâlâ fiili denetimi ellerinde tutuyorlardı ve devrim henüz en canlı safhasını yaşıyordu… İşçi sınıfının iktidarda olduğu bir şehri ilk kez görüyordum. Küçüklü büyüklü tüm binalar fiilen işçiler tarafından zapt edilmiş ve kızıl bayraklarla ya da anarşistlerin kırmızı-siyah bayraklarıyla donatılmıştı. Her duvara orak-çekiç ve devrimci partilerin isimlerinin baş harfleri çiziktirilmişti. Hemen hemen bütün kiliseler kundaklanmış, içindeki tasvirler de yakılmıştı…Her dükkân ya da kahvehanede, işletmenin kolektifleştirildiğini belirten bir yazı asılıydı. Hatta ayakkabı boyacıları bile kolektifleştirilmişti, sandıkları da kırmızı-siyaha boyanmıştı… herkes birbirine ‘Comrade’ (Yoldaş) ya da ‘Thou’ (Sen) diye hitap ediyordu. ‘Buenos dias’ (İyi günler) yerine ‘Salud!’ (Selam) kullanılıyordu… Hiç özel otomobil yoktu, çünkü hepsine el konulmuştu. Tramvay ve taksilerin tümü ve diğer vasıtaların pek çoğu kırmızı ve siyaha boyanmıştı… Şöyle üstünkörü bakıldığında Barselona, zengin sınıfların fiilen ortadan kalktığı bir şehir görünümündeydi. Az sayıdaki kadın ve ecnebinin dışında, ‘şık giyimli’ bir Allah’ın kulu yoktu. Herkesin üstünde kaba saba işçi kıyafetleri ile mavi tulumlar veya milis üniformasını andıran giysiler vardı… Bu manzara, anlamadığım, hatta bazı yönlerden hoşlanmadığım, ama uğruna çarpışmaya değer bir şeyler yaşandığını hemen fark ettiğim, fazladan bir anlam taşıyordu… Et ender bulunuyordu, süt bulmanın imkânı yoktu. Kömür, şeker ve akaryakıt sıkıntısı çekiliyordu ve ekmek gerçekten kıttı… Yine de insan, halkın mutlu ve ümit dolu olduğuna hükmedebilirdi. İşsizlik yoktu, hayat pahalılığı ise hâlâ fevkalade düşüktü; fukaralığı bariz olan pek az insan vardı… Her şey bir yana, devrime ve geleceğe iman söz konusuydu; aniden bir eşitlik ve özgürlük çağının doğduğuna inanılıyordu. İnsanlar, kapitalist makinenin dişli çarkları gibi değil de insan gibi davranmaya çalışıyorlardı… Sokaklarda, …fahişelikten vazgeçme… çağrısında bulunan renkli afişlere rastlanıyordu. (s. 10,11,12,13)
Bir anti-Savaş Unsuru: Milis
George Orwell’i okurken, geçmişteki solcu önyargılarımızı olduğu gibi, günümüzdeki pasifist ya da barışçı önyargılarımızı da yıkmaya hazır olmalıyız. Orwell’in, hiç de idealize etmeden, hatta yer yer ilkelliğini falan da vurgulayarak anlattığı, “militia” denen milis gücü, kanımca bir savaş unsurundan çok bir anti-savaş unsurudur. Milis, 19 Temmuz 1936’da Barselona’da faşist ordu darbesinin, işçiler tarafından, tarihte ilk kez görüldüğü üzere yenilgiye uğratılmasından sonra, yine işçiler tarafından kurulmuştur. Milisi örgütleyen esasen, anarşist CNT sendikası ve İspanya anarşistlerinin örgütü FAI ile muhalif ve devrimci Marksistlerin örgütü olan POUM’dur. Her örgütün kendine bağlı milis güçleri vardır ve bu milis güçleri, birbirleriyle dayanışma ve işbirliği halinde faşistleri Aragon’a kadar kovalayıp Zaragoza önlerinde cepheyi tutmuşlardır. Faşist darbenin ülke çapında başarı kazanmasını ve bir yıl boyunca ilerlemesini önleyen, hükümetin eline silah vermekten çekindiği, kıt silah ve olanaklarla, tamamen gönüllü olarak direnen ve esas olarak işçilerden oluşan bu milis gücüdür. Bu milis gücü, basitçe bakıldığı zaman savaşın bir tarafı olarak görülebilir ama aslında gönüllülüğüyle, inancıyla, özdisipliniyle, fedakârlığıyla, ordu disiplinini, rütbeleri, katı emirleri, hiyerarşiyi vb. reddetmesiyle tam anlamıyla devrimci bir anti-savaş unsuru olarak da görülebilir:
Milis ‘üniforması’ndan bahsettim, ama bu muhtemelen yanlış bir fikir veriyor. Tam manasıyla tek tip bir kıyafet ya da üniforma değildi çünkü, ‘çok tipli’ demek muhtemelen daha münasip olurdu. Herkesin giysileri aynı genel planı izliyordu, ama kıyafeti birbirinin tıpatıp aynısı olan iki kişi bulmak mümkün değildi… O tarihte milis kolu denin şey, olağanüstü düzensiz görünüşlü bir güruhtu… Acemi askerlerin çoğu, Barselona’nın arka sokaklarından gelmiş on beş-on altı yaşında delikanlılardı. Hepsi devrimci şevkle doluydu, ama savaşın neyin nesi olduğu konusunda tamamen cahildiler… Disiplin diye bir şey yoktu; askerin biri verilen emri beğenmedi diyelim, hemen sıradan çıkıp subayla hararetli bir münakaşaya başlıyordu (Ken Loach’un Land and Freedom (Toprak ve Özgürlük) filmini hatırlayalım. G.Z.)…Birkaç güne kadar cepheye yollanacak bu hevesli çocuklar güruhuna bir tüfeği nasıl ateşleyecekleri, hatta bir bombanın pimini nasıl çekecekleri bile öğretilmemişti. O sırada, bunun kışlada eğitim amacıyla kullanılacak silah bulunmayışından ileri geldiğini kavrayamamıştım. POUM’da silah kıtlığı öylesine had safhadaydı ki cepheye varan taze birlikler, silahlarını cephe hattında nöbeti devraldıkları birliklerden temin etmek mecburiyetinde kalıyorlardı… Her milis kolunun kendisine maskot seçtiği en az bir köpeği oluyordu… Cumhuriyeti savunacak kişilerin, nasıl kullanacaklarını bilmedikleri eski püskü tüfekler taşıyan bu pejmürde çocuklar olduğunu düşünmek insanı ürkütüyordu… Milis sisteminin…temel noktası, subay ve erler arasındaki sosyal eşitlikti. Generalden ere kadar herkes aynı parayı alıyor, aynı yemeği yiyor, aynı elbiseleri giyiyordu ve herkes tam bir eşitlikte kaynaşmıştı. Tümen komutanından, ensesine tokat atıp bir sigara almak isteseniz, böyle bir şey yapabiliyordunuz ve hiç kimse bunu tuhaf bulmuyordu. Teorik olarak, herhangi seviyedeki bir milis birliği hiyerarşik değil, demokratikti… Bir emir verdiğiniz zaman, bunu üstten asta değil, bir yoldaştan başka bir yoldaşa veriyordunuz. Subay ve astsubay ayırımı vardı ama olağan anlamında askeri rütbe hiç yoktu: Ne unvan, ne rozet, ne topuk çarpma, ne de selam verme. Milis güçlerinde, geçici olarak işleyecek bir çeşit sınıfsız toplum modeli oluşturulmaya kalkmışlardı… Hükümet, emrindeki birliklerin yetiştirilmesini bekleyecek olsaydı, Franko’ya karşı hiçbir zaman direnilemezdi. Sonraları, milis güçlerini yermek, dolayısıyla da talim ve silah yetersizliğinden ileri gelen hataların eşitlikçi sistemin sonucu olduğunu iddia etmek moda oldu…İşçi ordusunda disiplin, teorik anlamda gönüllülüğe bağlıdır. Sınıf sadakati esasına dayanır; halbuki burjuvaların zorunlu askerlerden kurulu ordusunda disiplin döner dolaşır gelir korkuya dayanır… Milis gücü sistemini aşağılayan gazeteciler, Halk Ordusu (Hükümet tarafından milisin yerine geçirilen düzenli ordu, G.Z.) cephe gerisinde yetiştirilirken, milis güçlerinin cephe hattını tutmak zorunda kaldıklarını pek hatırlamazlar. Milis güçlerinin savaş alanında kalması bile ‘devrimci’ disiplinin gücünün kanıtıdır. Çünkü, 1937 Haziran’ına kadar, milisleri oldukları yerde tutacak sınıf sadakatinden başka hiçbir şey yoktu… milisler, Tanrı bilir pek az zafer kazandılar, ama cephe hattını da tuttular; tek tük asker kaçakları bile görülmüyordu. (s. 15, 16, 17, 26, 28, 36, 37, 38)
İki Zıt Tez: Devrim mi Savaşı Kazandırır, Savaş mı Devrim’i…
İspanya Devrimi sırasında başından beri iki tez birbiriyle çatışmış ve hatta bu tezlerden birinin galebe çalması, devrimin de, savaşın da kaderini belirlemiştir. Anarşistlerin ve devrimci Marksistlerin (POUM) tezi, faşizme karşı savaşın kazanılmasının devrimi ilerletmekle mümkün olacağı idi. Komintern’in ve Stalinistlerin tezi ise tam tersiydi. Onlara göre, her şey faşizme karşı savaşa bağlıydı, bu yüzden devrim talebi geri çekilmeli, hatta durdurulmalıydı. George Orwell, bu iki zıt tezi ve sonuçlarını çok güzel özetliyor:
İspanyol işçi sınıfı, aynı şey başımıza gelseydi muhtemelen bizi İngiltere’de yapabileceğimiz gibi, ‘demokrasi’ ve statüko adına Franko’ya karşı direnmemişti; onların direnişi, mutlak devrimci bir patlayış ile birlikte gelmişti – hatta neredeyse bu patlayıştan ibaretti bile denebilir. Toprak köylülerce, birçok fabrika ve taşıma araçlarının çoğu da sendikalarca ele geçirilmişti… doğu İspanya’nın büyük şehirlerinde faşistler, Hükümet’e sadık kalan bazı silahlı kuvvetlerin… yardımı ile bilhassa işçi sınıfının muazzam çabaları sonunda bozguna uğratılmışlardı. Bu ancak, devrimci niyetle –yani kurulu düzenden daha iyi bir şey için çarpıştıklarına inanarak – çarpışan insanların gösterebileceği bir çabaydı. İsyanın çeşitli merkezlerinde bir tek günde, sokaklarda üç bin kişinin öldüğü sanılıyordu. Erkekler ve kadınlar, ellerinde yalnızca dinamit çubuklarıyla açık meydanları geçip makineli tüfeklerle donanmış eğitimli askerlerin elinde bulunan taş binalara saldırmışlardı. Faşistlerin stratejik noktalara yerleştirdikleri makineli tüfek yuvaları, üzerlerinden saatte altmış mil hızla taksiler geçirilerek ezilmişti. Toprağı köylülerin işgal ettiğine, yerel meclislerin kurulduğuna vb. dair hiçbir şey bilinmese bile, bunların, tüm direnişin belkemiği olan anarşistler ve sosyalistlerce – hele anarşistlerin gözünde merkezileşmiş bir üçkâğıtçılık makinesinden başka bir şey olmayan – kapitalist demokrasinin savunusu için yapıldığına inanmak zor olurdu… aslında İspanya’da olan şey, yalnızca bir iç savaş değil, bir devrim başlangıcıydı. İşte İspanya dışındaki anti-faşist basın, özellikle bu durumu örtbas etmeyi kendine iş edinmişti. Dava giderek ‘demokrasiye karşı faşizm’e indirgendi ve olayın devrimci yönü olabildiğince gizlendi. Bunun pek çok nedenleri vardı… Fakat asıl neden, her ülkede görülen küçük devrimci gruplar dışında bütün dünyanın İspanya’daki devrimi önlemeye azimli olmasıydı. Özellikle arkasında Sovyet Rusya olmak üzere Komünist Partisi, tüm ağırlığını devrime karşı koymuştu. Devrimin bu aşamada ölüme mahkûm olduğu, dolayısıyla İspanya’da işçi sınıfı egemenliğini değil, bir burjuva demokrasisini hedeflemek gerektiği bir komünist teziydi. “Liberal” kapitalist bakışın da neden aynı çizgide olduğuna ayrıca işaret etmeye hemen hiç gerek yok… Devrim ilerlerse, hiçbir tazminat alma olanağı kalmayacak ya da çok az olacaktı; halbuki kapitalist cumhuriyet hüküm sürerse yabancı yatırımlar güvence altında kalacaktı. Devrim nasıl olsa bastırılacağına göre, hiç devrim mevrim olmamış gibi davranmak birçok şeyi basitleştiriyordu… Komünist ve Komünist yanlısı basanın yaydığı PSUC (Katalonya Birleşik Komünist Partisi, G.Z.) ‘çizgi’si aşağı yukarı şuydu: ‘Şu anda savaşı kazanmaktan başka hiçbir şey önemli değildir, savaşta zafer olmayınca her şey anlamsızdır. Bundan ötürü bu an devrimi ileri götürmekten söz etmenin zamanı değildir. Kolektifleştirmeyi zorla uygulamaya kalkarak … bizim safımızda çarpışan orta sınıfları ürkütmenin sonuçlarına katlanamayız. Her şey bir yana, etkili olabilmek için devrimci kargaşaya son vermek zorundayız. Yerel komiteler yerine, güçlü bir merkezi hükümetimiz, gereği gibi yetiştirilmiş ve tek komuta altında baştan aşağı silahlandırılmış bir ordumuz olmalıdır… Her kim iç savaşı toplumsal devrime döndürmeye çabalıyorsa faşistlerin ekmeğine yağ sürüyordur. (s. 61, 62, 63, 64, 72)
CNT, FAİ ve POUM’un tezi ise şöyle özetlenebilirdi:
Faşizme burjuva ‘demokrasisi’ yoluyla karşı koymaktan söz etmek saçmadır. Burjuva ‘demokrasisi’ yalnızca faşizme verilmiş başka bir addır; faşizm de öyledir; ‘demokrasi’ adına faşizme karşı savaşmak, kapitalizmin bir biçimine karşı, yine onun her an ilkine dönüvermeye yatkın olan bir başka biçimi adına savaşmak demektir. Faşizme karşı tek gerçek seçenek işçi denetimidir… İşçiler silahlı kuvvetleri denetimleri altında tutmazlarsa, silahlı kuvvetler işçileri denetimleri altına alır. Savaş ve devrim birbirinden ayrılamaz… Kısacası, kabaca söylemek gerekirse, güçlerin sıralanması şöyleydi: Bir yanda, işçi denetimini savunan CNT-FAI, POUM ve sosyalistlerin bir kesimi; öte yanda merkeziyetçi hükümet ile silahlı orduyu savunan sağ kanat sosyalistler, liberaller ve komünistler. (s. 73, 75)
Devrimin Gerileyişi, Sağa Kayış
George Orwell, bundan sonra devrimin, sağ sosyalistler, liberaller ve Stalinistlerin ittifakıyla nasıl adım adım geriletildiğini şöyle anlatmaktadır:
Fakat ondan sonraki her hükümet değişikliği sağa doğru bir kayma oldu. İlk önce POUM Generalite’den (Katalonya hükümeti, G.Z.) çıkarıldı, altı ay içinde Caballero’nun yerine sağ kanat sosyalist Negrin getirildi; kısa bir süre sonra CNT Hükümet’ten atıldı. Sonra UGT, arkasından CNT Generalite’den kapı dışarı edildi; en sonunda, savaşın ve devrimin patlak verişinden bir yıl sonra, ortada tümüyle sağ kanat sosyalistler, liberaller ve komünistlerden oluşmuş bir hükümet kaldı. Sağa doğru genel kayma, SSCB’nin Hükümet’e silah yardımına giriştiği ve iktidarın anarşistlerden komünistlere geçtiği, 1936’nın Ekim-Kasım aylarına raslar… Ruslar istedikleri şartları kabul ettirebilecek konuma geldiler. Bu şartların özetle, ‘Devrimin önünü alın, yoksa size silah yok’olduğundan pek az kuşku duyuluyordu. Devrimci unsurlara karşı ilk hareket olarak, POUM’un Katalan Generalite’sinden çıkarılması SSCB’nin emirleriyle yapılmıştı… Rus silahları Komünist Partisi ve onunla anlaşmış partiler aracılığıyla sağlanıyordu, onlar da siyasi karşıtlarının ellerine olabildiğince az silah geçmesine çalışıyorlardı… Komünistler devrimci olmayan bir politika izleyerek daha önceleri radikallerden ödü kopan unsurları kendi çevrelerinde toplamayı becermişlerdi. Örneğin, anarşistlerin kolektifleştirme politikasına karşı, zengince köylüleri kendilerine çekmeleri bayağı kolay oldu. Partinin üye sayısında muazzam bir artış vardı ve bu akın geniş ölçüde orta sınıftan kaynaklanıyordu… Her durumda, askeri zorunluluk olarak ihtiyaç duyulan şey, işçilerin 1936’daki kazanımlarından feragat edilmesi demekti… Kolektifleştirme süreci durdurulmuştu, yerel komiteler dağıtılmış, işçi devriyeleri lağvedilmiş, geniş ölçüde takviye edilen ve çok iyi silahlandırılan savaş öncesi polis gücü yeniden kurulmuştu… sendikalara dayalı işçi milisleri giderek parçalanmış ve üyeleri, farklılaştırılmış maaş, ayrıcalıklı subay kastı vb. ile yarı-burjuva çizgisinde bir ‘siyaset dışı’ ordu olan yeni Halk Ordusu arasına dağıtılmıştı… Komünistler… dur durak bilmeden, acı bir dille POUM’a ve tüm rütbelere eşit maaş ödenmesini isteyen anarşist ilkesine sövdüler. Ortalıkta olup biten, genel bir ‘burjuvalaştırma’ hareketi ve ilk birkaç aylık devrimin eşitlikçi ruhunun bile bile yıkılmasıydı…İspanya’nın durumunda beklenilmeyen tek nokta … Hükümet yanlısı partiler arasında komünistlerin, aşırı solun ilerisinde değil de aşırı sağın ilerisinde durmasıydı. Aslında bu hiç hayret uyandırmamalı; çünkü başka yerlerdeki, özellikle Fransa’daki Komünist Partisi’nin yöntemleri, resmi komünizmin, hiç değilse şimdilik, anti-devrimci bir güç olarak değerlendirilmesi gerektiğini apaçık ortaya koymuştu. Şu an Komintern politikasının tümü, dünyanın durumu göz önüne alınırsa –mazur görüleceği üzere- bir askeri ittifaklar sistemine dayanan SSCB’nin savunmasının gerekleriyle bağlantılıdır… İspanya’da devrimi önleyenler herkesten önce komünistlerdi. Sonradan, sağ kanat güçleri tüm denetime sahip olduklarında komünistler, devrimci önderleri avlamakta liberallerden çok daha ileri gitmeye istek gösterdiler… POUM’un, Franko ve Hitler’den para alan, faşist davaya yardım olsun diye sahte-devrimci bir politikada direnen, faşistlerin kılık değiştirmiş bir çetesinden başka bir şey olmadığı ilan edildi. POUM ‘Troçkist’ bir örgüttü ve ‘Franko’nun Beşinci Kolu’ydu. Demek ki ön cephe siperlerinde donmakta olan sekiz on bin asker, faşizme karşı çarpışmak için İspanya’ya gelip hayatlarını ve milliyetlerini feda eden yüzlerce yabancı dahil, işçi sınıfından yirmi bin kadar kişi, düpedüz düşmandan para alan hainlerdi. Bu masal, duvar ilanları yoluyla bütün İspanya’ya yayılmıştı… Sık sık tekrarlanan ‘Önce savaş, sonra devrim’ sloganı; savaş kazanıldığında devrimin devam edeceğine dürüstçe inanan PSUC milisleri tarafından yürekten kabul edilmesine rağmen bir göz boyamadan başka bir şey değildi. Komünistlerin uğraştığı şey, İspanya’da devrimi uygun bir zamana ertelemek değil, tersine böyle bir şeyin hiçbir zaman olmamasını güvenceye almaktı. Zaman ilerleyip iktidar işçi sınıfının elinden kayıp gittikçe ve her renkten devrimciler daha çok kodese tıkıldıkça bu tutum gitgide belirginleşiyordu. Her eylem askeri gereklilik adına yapılıyordu, bu bahane hep hazırdı; fakat bu eylemlerin etkisi, işçileri üstün bir konumdan geriye düşürmek ve savaş sona erdiğinde kapitalizmin yeniden sahneye girmesine karşı direnemeyecekleri bir duruma itmek oluyordu. Lütfen, sıradan komünistlerin, hele hele Madrid dolaylarında kahramanca can veren binlerce komünistin aleyhinde hiçbir şey söylemediğime dikkat ediniz. Fakat parti politikasına yön verenler bu adamlar değildi. Daha yukardakilere gelince, kurnazca hareket etmediklerine inanılamaz. (s. 65, 66, 67, 68, 69, 70, 81)
Bir de Şimdi Bakın Bu Şehre…
Devrimin geriletilmesi, şehrin ve günlük hayatın görüntülerini de tamamen değiştirmiştir:
Barselona’ya savaş sırasında, birkaç aylık aralıklarla giden herkes burada olup biten olağanüstü değişikliklere dikkat etmiştir… Devrimci hava kaybolmuştu. Sokaklarda kan lekelerinin yeni kuruduğu ve milis askerlerinin şık otellere yerleştirildiği Ağustos ayında orada olan bir kimseye, Barselona hiç kuşkusuz, Aralık’ta burjuva görünürdü; İngiltere’den yeni gelmiş bana ise… bir işçi şehri gibi görünmüştü. Şimdi işler tersine dönmüştü. Barselona yeniden, savaş yüzünden biraz yıpranmış ve sıkıntı çekmiş, ama işçi sınıfı egemenliğinin hiçbir belirtisi kalmayan alelade bir şehre dönüşmüştü… Milis üniforması ve tulumlar neredeyse büsbütün ortadan kalkmıştı, herkes İspanyol terzilerinin özellikle ustası olduğu şık yaz takımları giyiyordu. Her yerde göbekli zengin adamlar, zarif hanımlar ve pırıl pırıl arabalar görünüyordu… Yeni Halk Ordusu’nun subayları … şaşılacak sayıda çoğalmıştı… aldıkları para ve giydikleri üniformaların belirlediği kesin bir toplumsal farklılık görülüyordu. Erler bir çeşit kaba kahverengi tulum, subaylar zarif, Britanya Ordusu’nun subayları gibi beli oturan, yalnız onlardan biraz daha sıkı oturan haki üniforma giyiyorlardı. İçlerinde her yirmide birinin bile cephenin şöyle bir kenarına dahi gittiğini sanmıyorum. Ama gelin görün ki hepsinin kemerlerine kayışla bağlanmış otomatik tabancaları vardı; oysa biz cephede bir tek tabancayı ne para ne de hatır için bulabiliyorduk. Caddenin yukarısına doğru yürüdüğümüzde dikkat ettim, millet bizim kirli görünüşümüze dik dik bakıyordu…. Yaralılar koltuk değnekleriyle tek ayak üstünde seke seke dolaşsalar bile özel bir ilgi görmüyorlardı… İşçi devriyelerinin dağıtılması emredilmişti, caddelerde polis kuvvetleri arz-ı endam ediyordu. Bunun sonucunda, çoğu işçi devriyelerince kapatılmış kabareler ve üst sınıf genelevleri çabucak açılıverdi. (s. 128, 129, 131, 134)
Burası Barselona mı, yoksa Moskova ya da Berlin mi?
Karşıdevrimin, daha Franko hakimiyetini kurmadan Barselona’ya veya Madrit’e yerleşmesi, bu şehirleri, GPU’nun ya da Gestapo’nun polis rejiminin hakim olduğu Moskova ya da Berlin’den farksız hale getirmiş, devrimcilere karşı benzeri bir sürek avı başlamıştı.
Çok sayıda siyasi zanlı, peşlerinde polis ve devamlı ele verilme korkusuyla saklanıyordu. Pasaportsuz olan ve genellikle kendi ülkelerinde gizli polisçe aranan İtalyan ve Almanların durumu en kötüsüydü. Yakalandıkları takdirde, sınırdışı edilerek Fransa’ya gönderileceklerdi ki bu, Tanrı bilir onları en korkunç olayların beklediği İtalya ya da Almanya’ya geri yollanmaları demekti…POUM lağvedildiğinde, komünist yönetimindeki gizli polis, hepsinin benzer biçimde suçlu olduğu varsayımına dayanarak POUM’la ilişkisi olan ellerini atabilecekleri herkesi, yaralıları, hastanedeki hastabakıcıları, POUM üyelerinin eşlerini ve bazı durumlarda çocuklarını bile tutukladılar…POUM’un Yürütme Kurulu hapse atıldığında, komünist basın çok büyük bir faşist entrikası masalı yarattı… Uluslararası Tugay ve diğer milislerdeki yabancılar gitgide daha büyük sayılarda hapse atılıyorlardı. La Batalla (POUM’un gazetesi, G.Z.) hâlâ çıkıyor, ama öylesine sansür ediliyordu ki neredeyse var olmaktan çıkmıştı. Solidaridat ve öteki anarşist gazeteleri de ağır bir biçimde sansürleniyordu… 15 Haziran’da polis, Andres Nin’i çalıştığı yerde aniden tutuklamış ve aynı akşam Hotel Falcon’a baskın yaparak çoğu izne gelmiş milis askerleri olmak üzere, orada bulunan herkesi tutuklamıştı… Bir iki gün içinde, Yürütme Kurulu’nun kırk üyesinin hemen hepsi hapse atılmıştı… Hapishanelerde insanları gizlice vurduklarına dair söylentiler dolaşıyordu… Nin gizli polis tarafından hapiste vurulmuş ve cesedi sokağa atılmıştı… Tutuklamaların çoğu kanunsuz yapılıyor, polis şefinin verdiği emirlerle serbest bırakılanların çoğu hapishane kapısında yeniden tutuklanıyor ve ‘gizli hapishane’lere götürülüyordu…Kanun, polisin belirlediği bir şey olup çıkmıştı…. Şimdi düşünmemiz gereken şey, İspanya’dan çıkmanın bir yolunu bulmaktı. Er geç hapse atılmak gün gibi aşikâr iken, daha fazla İspanya’da kalmanın hiçbir anlamı yoktu. (s. 168, 197, 222, 231, 232, 233, 237, 238)
1920’lerde ve 1930’larda Sovyetler Birliği’nden, keza 1930’larda Almanya’dan kaçmaya çalışan muhaliflerin (kimi başarabildi bunu, kimi ise ele geçti; Gestapo’dan kaçanlar GPU’ya, GPU’dan kaçanlar Gestapo’ya yakalandı; Margarete Buber Neumann’ın İki Diktatörlük Altında’da -çev: Gün Zileli, henüz basılmadı- anlattığı gibi, kimi zaman GPU, tutuklularını Gestapo’ya teslim etti; Jan Valtin’in Karanlığın Ötesinde’de – çev. Gün Zileli, Kibele, 2009 – anlattığı gibi, Gestapo ve GPU kaçakları ve sınırdan gizlice girenleri birbirlerine ihbar ettiler) ruh halinin aynısı.
Neyse ki, George Orwell İspanya GPU’sunun ya da Gestapo’sunun eline geçmeyenlerdendi.
Salud, George Orwell!
Gün Zileli
9 Eylül 2011, www.gunzileli.com