Sağcılığın Anotomisi | Halit Alper Şimşek

Sağcılığı, siyasal bir analiz olarak değerlendirmekten ziyade, bir zihniyet olarak tanımanın esas olduğu kanaatindeyim.

Zihniyetin temelleri binlerce yıldır inanç ve coğrafya farkı gözetmeden, kadim uygarlığın var olduğu günden beri varlığını devam ettirmiştir. Muhafazakârlık anlayışı ile de eş güdüm gösteren sağcı mantık, her zaman için var olan otoritenin varlığının koruyucusu olmayı kendine mesnet kabul etmiştir.

Hatırlanacağı üzere Afrika’dan getirilen kölelerin, Amerika ve Avrupa’da okuma-yazma öğrenmeleri, şiddetle yasaklanmıştır. Okuma-yazma öğrenenler, bizzat zenci aileler tarafından cezalandırılmıştır. Var olan anlayışın değişmesine yol açan bir fiilin, böyle cezalandırılması gerekir. İnsanın okuyarak farklı şeyleri öğrenmesi, mevcut olanın dışında yeni bir dünya algısını da beraberinde getireceği için ona şiddetle karşı çıkılması gerekir.
Zamanın değişmesi ve şartların farklılaşması durumunda ise okuma-yazma faaliyeti, kontrollü bir unsur haline gelmelidir. Kişinin neyi okuyacağı, nasıl okuyacağı, nasıl yorumlayacağı, ona en başta öğretilir. O zaman, okuma-yazma faaliyetlerinden verimlilik içinde kullanabilecek bireyleri yetiştirme imkânı bulunabilirdi.
Kendisinden istenilen görev ve sorumluluğun bilincine sahip olma düşüncesini, besleyen kaynaklarla beraber yetişen kişi, kendisini kontrol eden bir yapı olmadan kendi tercihini, sorumluluklarının arkasına gizler. Bu durum okuma-yazma bilmeyen bir kölenin halinden daha iyidir. Artık kendisine bir emir veren olmasa dahi; düşünmesi, yapması gerekeni bilen bir insan vardır.
Merhum Akif’in sitem dolu mısralarında dile getirdiği gibi “Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur.” tespiti şuna benzer: Bir çemberin içinde dönen farenin, kendi gücüyle dönerken, devamlı dönmesini sağlayan sadece o sonsuz döngünün bir parçası olmaktadır. Yüz seksen kere bina okumanın arka planında, böylesi bir sonsuz döngüyü işletme kaygısı yatar.
Yıllar önce kaldığım yurtlarda okuduğum yayınlar, sürekli takip altında tutulurdu. Hatta yurdun kütüphanesinde, hemen herkesin ulaşabileceği bir yayın da olsa, onu eline alan dikkatle incelenir ve ikaz edilerek, “aman buna dikkat!” denilirdi.
Sağcılığın birkaç temel özelliği üzerinde duralım:
Güce Tapma: Güce tapma, sağcı düşüncenin temellerini oluşturan bir başka unsurdur. Güçlü olmak, haklı olmayı da beraberinde getiren en temel unsurdur. “Ekonomik, medya, siyasi, askeri, makam gücün yoksa sen hiçbir şeysin” gibi bir algı yanılması bu anlayış içinde gelişmiştir.
Güçlü olmanın hayırlı olmakla aynı mana taşıdığı mantığı, beraberinde gelişmiştir. O yüzden güçlü olandan yana, bir tavır izlemek, sağcı zihniyetin en temel mantığı haline gelir
İlkokul yıllarından beri, bize öğretilen meşhur Kanuni’nin Fransa Kralına yazdığı mektup, övüle övüle bitirilemez. Aslında bu mektupta verilen mesajla değersiz bir fiilin yapılmaması değil, gücün karşısında boyun eğmenin önemi vurgulanır: “Ben cihanın padişahıyım, sen basit bir kralsın!” Böylece güçlü olan isteğini yaptırıyor. Siz de güçlü olmak için daha ziyade devletin güçlenmesi adına çabalayan genç zihinlerde kendinizi yeşertin! Daha sonra ulus devlet fikriyle beraber büyüyen ulusçuluk düşüncesiyle, “Bir Türk dünyaya bedeldir!” gibi akıl tutulması, beraberinde sağcılığın içinde büyümüştür.
Faydacılık Esasının Kabul Edilmesi: Bu esasa dayalı anlayış, aynı zihniyetle beraber varlık gösteren bir başka unsurdur. Her şeyin faydalanma amacıyla yapılması, fayda görülmeyen hiçbir unsura karşı müsamaha gösterilmemesi, zaman içinde kapitalizmi doğurmuştur.
İnsanoğlu yaşadığı tabiatın kendisini, hatta kendi varlığını dahi inkâr ederek, ondan azami ölçüde fayda sağlamayı, kendine amaç edinmiştir. Öylesine bencilce bir fayda esas alma gayretine giren insan, nihayet kendinden sonra gelecek nesillere, tüketilmiş bir dünyayı ve insanlığı bırakmak için ant içmiştir.
Verimlilik ve ihtiyaca göre tabiattan faydalanma yerine, daha çok tüketim ve kör hırsı, beraberinde korkunç bir yıkımı da getirmiştir. Artık ekini ve nesli ifsat eden bir süreç bu yüzde yüz fayda esasının beraberinde gelişmeye başlamıştır.
Zihniyetin temellerini oluşturan faydacılık mantığı yüzünden menfaati olmayan bir insana selam vermeyi dahi kendine ar sayan mantık beraberinde gelişir. Bir insanın değeri senin ondan istifade edebildiğin ölçüde mümkündür. Bu zihniyetin yapısından dolayı sınıfsal bir fark belirgin olarak korunur. Ünvan sahibi insan daha yakın çevre içinde kendini muhafaza etme gayretine girer.
Lider Teşkilat Zihniyetin Mutlak Kabulü: Tam bir askeri disiplin içinde yer alan bir anlayış, sadece ırkçı ve çeteci anlayışların değil; bütün insanlığın arasında bir hastalık algısıyla türemiştir. Sağcı zihniyet bu algı sayesinde insanların düşünce ve inanç dünyalarında sağlam bir zeminde kendini temellendirir. Sorgulamayı ve tenkit etmeyi öğrenmeyen zihniyet dünyası için her şeyin mutlak bir doğrusu ilkesi kabul görür.
Şu örnek bu durumu en doğru biçimde bize ifade eder. Biz üniforma biçimi beğenilmiş, bu üniformadan binlerce üreten dikimevleri kurulmuş, lidere bu düzeni ve üniformayı sağladığı için “çok yaşa” naraları atılmış. Bu hikâyenin benzerine yüzyıllar boyunca şahit olduk.
Liderin totemleştirilmesi bu mantığın içinde ayrı bir yer olarak durur. Eğer lider tasfiye edilir ya da kutsallığı zevale uğrarsa yapının bir anda çökeceği gibi bir korku hâkimdir. “Şeyh uçmaz mürit uçur” kabilinden destanlaşmış efsaneler dilden dile dolaşır durur. Totem haline gelen kişilerin artık insanüstü bir varlık olduğu için insani hiçbir özelliği gündeme dahi getirilmez. Hâlbuki zaafları ve aciz kaldığı durumlarla beraber insanlığın önüne sunulmuş bir şahsiyet gösterilse, onun gibi büyük işler başarmak isteyen insanlar her zaman düşünülebilir. Totemleşmiş liderin bir efsane kültüyle varlığı daha önemlidir.
Ülkemiz egemenlerinde Atatürk’e bakış şu şekildedir: Yemez, içmez, tuvalete gitmez, ağlamaz, korkmaz, üzülmez, ihanet etmez, aciz kalmaz, kötü alışkanlıkları olmaz; yenilmez, yanlış yapmaz, boş söz etmez, cinsel arzuları olmaz, dertleşmez, yalnızlık çekmez, sıkılmaz, yorulmaz, gülmez, oynamaz, unutmaz, heyecanlanmaz ve sevinç duymaz biçiminde okul eğitiminde mutlak olaraktan çocukların bilinçaltına yerleştirilir. Onun insani bir özelliğini göremeyen birey onda insani bir vasıf gördüğünde şok geçirmeye başlar. Fakat kendinin insan olduğunu fark ederek “Ben ulvi, mukaddes bir varlık değilim. Şu an ağlıyorum.” diyebilen Atatürk’tür.
Maalesef üzülerek söyleyeceğim bir durum daha vardır: İmam Humeyni İran İslam Devrimi sonrası kendisine methiye düzmeye çalışan meddahı “Kes sesini, sen neler söylüyorsun öyle! Ben sadece aciz bir kulum, zamanı geldiğinde İmam Mehdi’nin bir neferi olabilirsem ne mutlu bana!” diye konuşurken halk bu sözleri hayretle izlemişti. Kendisinin asla övülmemesi gerektiğini hayatında ilke haline getirdi. Fakat İmam Humeyni vefat ettikten sonra kendisi için yapılmasını istemediği ilzamı, insanlar onun kabrine çelenk koyma adına resmi törenlerle yapamaya başladı. Eğer o mezarından kalksa bunu yapanlara bir tekme ile cevap verir ve yanından yöresinden bütün insanları kovardı.
İnsanların önüne konulan programları eğer kendi teşkilatları tarafından sunulmuşsa kayıtsız şartsız itaatle hiçbir eleştiriye tabii tutmadan kabul edilmesinin istenmesi de sağcı mantığın bir çıkmazıdır.
Verilen direktifler hiçbir inisiyatif gösterilmeksizin uygulamaya konulur. Farklı ve daha uygun ya da günün ve insanın şartlarına göre bir görüş belirtmeye tahammül dahi edilemez. Bu zihniyet tavandan tabana doğru yayılan bir algı olarak tartışmasız biçimde kabul edilmelidir. Tavanda olan her zaman doğru olanı yapar. “Eğer yapılandan memnun değilsen tabanda değil tavanda olman gerekir.” biçiminde ezberlenmiş cevaplar verilir.
Kendilerinin benimsemediği kanunların ve kuralların uygulanmasında, denetlenmesi hususunda sağcı zihniyetin insanları başmüfettiş olarak karşımıza çıkar. Ne hikmetse sürekli olarak ortak kullandıkları mekânlarda uygulanan kanun ve yönetmeliklerin şikâyetleri birbirlerine aktarılır durur.
Kendi Haklılığına İnanmama: Belki ilginç gelecek ama çok garip bir tezadı içinde barındıran bir gerçektir. Bilhassa dini cemaat kültürü içinde yer alanlar, milliyetçi unsurlarla beraber olanlar; kendi haklılıklarına inanmadan, toplum arasında kendilerini gizleyerek, ifade etme gayretine girer.
Sağcı unsurun kendini haklı kılabilmesinin yegâne yolu birden fazla grupla kendini sunabilmesinde yatar. Bu durumun korkaklıktan ziyade tedbir manasında bir yorumu devamlı olarak grup üyelerine ifade edilir. Bu sayede gruba mensup üyelerin psikolojik olarak rahatlaması sağlanır.
Kaypaklık diye ifade edebileceğimiz kendi haklılığına inanmama maalesef güce tapmayla beraber aynı anlamı içinde barındırır. Aslında kendilerine söylenen yalanı kendileri yalan olduğunu kabullenmiş yine de inatla bu yalana bağlanmak zorunda kalmış bir zihniyet dünyasını ifade eder sağcı zihniyet.
Her zaman için ona karşı yapılması gerekenleri bir başkasından isteyen taşın altına elini koymayan hâkim bir anlayışı beraberinde taşır. Bu sayede menfaatlerine dokunulmadan pastadan kendine düşen pay alınacaktır.
Bir olumsuzluktan şikâyetçi olduğu anda olumsuzluk için yapılması gerekenleri her zaman bir başkasından bekler. Yalnız genel insan zihniyetinin aynı olduğu yerde kimse sesini çıkartmaya ve çözüm üretmeye yanaşmaz.
Ülkemizde sağcı iktidarın darbe sonrası idam edilen üç ferdi için bir cam bile kırılmamış fakat onları sessizlik içinde çok sevdiklerini dile getirmişler, insanlar kendi yalanlarını sevgi adına gizlemiştir.
Son Osmanlı Hanedanı mensubunu seviyoruz diye bir martavalı utanmadan söylerken onun cenazesi bir bu ülkeye getirme iradesini gösterememiş olanlar aynı zihniyetin insanlarıdır.
Özgürlük Korkusu: Garip bir şekilde sağcı zihniyet içinde varlığını gösterir. Özgür olmayı istemek şöyle dursun, bu çağrıyı yapan birine, esere, zihniyete karşı da amansız mücadeleye girerler. Belki “Böylesi esir olma arzusunu neden istesinler?” diye sorabiliriz. Bu sorunun cevabını şu örnekle izah edeceğim: Kendi etrafında koza örmeye başlayan ipek böceği çiftçinin yüzünü güldürmeye başlar. İpek böceği de bir kelebek olup uçma hayallerini içinde saklayarak etrafına koza örmeye devam eder. O canlının en rahat ettiği an etrafını koza ile çevirdiği andır. Onu kozasından çıkarmak ölümden daha beterdir.
Özgürlük korkusu aynen ipek böceğinin koza içindeki haline benzer. Etrafına ördüğü kozadan, duvardan, çemberden dışarı çıkacağı an; her şeyin bir anda tersine döneceğini düşünen insan halidir. Bu yüzden kendi etrafındaki duvarları yıkmaya çalışan her kim olursa onun elini ısırmaya çalışır. “Alışılagelmiş hayatın, anlayışın uygulamanın dışında bambaşka bir dünya var, gel beraber o dünyayı keşfedelim.” teklifi çığlıklar içinde koparılan feryatlarla geri çevrilir
Ali Şeriati’nin bahsettiği insanın dört zindanı burada kendini göstermeye başlar. Tarih, tabiat, toplum ve benlik… Bu zindanların içinden çıkamayan insan tutsaklığın rahat ve kolay olduğunu özgürlük tutkusuna sahip olanlara dile getirir. Hatta özgür insanlara karşı farklı cephelerde savaşır. Çünkü özgür olmak toplumun rahatını kaçıran yüce bir değerdir. Herkesin yaptığı sıradan şeylere karşı sorgulayıcı ve gerçeğin, inandığı doğrunun ardından gitme arzusu kendiliğinden gelişir.
Özgürlüğün olmadığı yerde sanatın, edebiyatın, bilimin felsefenin ve en başta tevhid ve adalet inancının bir insanda şekillenmesi mümkün değildir. Özgür olamayan insan sadece bir vazife edasıyla tamamlamak için ya da yasak savmak için bir görevi icra eder. Özgür olmanın ona getirdiği sorumluluk beraberinde bedel ödemenin gerektiğini de hissettirecektir. Var olan haliyle yetinmek özgür olamamış insan için en güzelidir.
Var olan anlayışı, zihniyeti, yapıyı korumak için özgürlük ile savaşmak elzem bir korku içinde kendine sağcı düşüncede yer bulur. Belki de okumaya karşı duruşun temelinde özgürlüğün öğrenilebileceği endişesi yatıyordu.
Amerika kıtası keşfedildiğinde kıtanın güney ve kuzeyini Avrupalı sömürgeciler büyük bir hazla sömürmeye başladılar. Kıtanın güneyi ve kuzeyi sömürgeciler arasında paylaşılmış bir asır içinde orada yaşayan insanların büyük bir kısmı öldürülmüş ya da yeni efendilerine hizmet etmek zorunda kalanlar haline getirilmiştir.
Güney Amerikalı yerli kendisinin köle olduğunu, yıllar boyunca Avrupalı efendilerine hizmet etmek zorunda kaldığını bilmiyor muydu? Simon Bolivar’ın Venezülla’da başlattığı harekete kadar bilmiyorlardı. Artık efendilerine karşı koyabilmeyi düşünen bir kitle var olmaya başlamıştı. Birer birer Amerika kıtasında Avrupa’nın sömürgeciliğinden kurtulmaya dönük halk ayaklanmaları 19. yy başından itibaren başlar.
Devlet idaresinin sadece bir hanedan tarafından yapılabileceği anlayışı da aynı gerçektir. Osmanlı İmparatorluğunda saltanatın başındaki kişiyi öldüren yeniçeriler, ölmüş babasının başında ağlayan çocuğun karşısında diz çöküp af dileyen gözlerle ona bakar. Çünkü devlete yalnızca o ağlayan çocuk idare edebilecektir. Çocuğun babasını öldüren yeniçeri devleti iyi idare edemeyenin öldürülmesi gerektiğine kendisinin yeni padişah olan çocuk tarafından idam edileceğini bilmesine rağmen mevcut yapıyı korumak adına sürdürür.
Özgürlük korkusunun temellerinde yatan da sadece mevcut yapının yıkılmaması için gösterilen dirençtir. Var olan yıkılırsa ne yapacağını bilemeyen anlayış…
Sıradan İnsanın Basitliğini Gündeme Taşıma: Kendisine rakip olarak gördüğü bir insanın acizliklerini ön plana çıkartarak ona tuzak kurma mantığıdır. Sağcılığın varlık nedenleri arasında var olan unsurlar arasında yer alır. Kalleşçe kişiyi alt etmek için her zaman kullanılan bir çirkinliktir.
Bu insan tipinde pusuya yatarak rakibini gafil avlama şöhret abidesi olarak bilinir. O sayede kendisi zarar görmeden rakibini alt etmeyi becermiştir. Sadece fırsatları iyi değerlendirip rakibine vuracağı hamleyi bilmek yeterlidir.
Sağcı anlayışın temelinde fikirleriyle ve yaptıklarıyla değil kişinin acizliklerini ön plana taşıyarak ilkel bir muhalefet koyma özelliği her zaman varlık bulmuştur.
Bu algı ile hareket edenlerde her zaman için genel ahlaki değerlerin ve geleneğin bozulduğundan dem vururken bunun nedenlerine karşı durma girişimi asla olmaz.
“Çamur at izi kalsın.” bâbından iftiralarla hasımlarına çirkin ahlaksızlık da her daim sağcılık içinde yerini sağlam bir şekilde korur. Olayın bir iftiradan ibaret olduğu anlaşıldığı anda “Ben bilmiyordum.” gibisinden kaçış yolu tercih edilirken, kimi zaman günahtan tevbe edip pişman olmadıkları halde günah çıkarmayı da unutmazlar.
Devletin Kutsanması ve Güçlü Devlet Algısı: Tüyü bitmemiş yetimin hakkı, teranesiyle gün yüzüne çıkan martavalın arkasına sığınan bir anlayış ile kendini gösterir. Devlet kutsanarak insanların her birinin onun adına kendilerinden feragat etmesi istenir. Şayet bu feragati yapmak istemeyen birisi normal görevini yapmak isterse hemen ikaz edilir.
Güçlü devlet her zaman mükemmel devlete tercih edilerek, halka hizmet eden devletten ziyade, halkın hizmet ettiği devlet esas kabul edilir. Sağcılık felsefesi diyemeyeceğim anlayış içinde bir vatandaşın devlete karşı gösterdiği sorumluluk içinde ne kadar bulunduğu sürekli sorgulanır. Fakat devletin vatandaşına karşı yaptığı, yapmak zorunda olduğunun gündeme alınması bile istenmez. Asıl önemli olan devlete karşı bireylerin ne kadar sadakat içinde olduğudur.
İnsanın mükemmelleşmediği yerde, devletin mükemmelleşmesinin mümkün olamayacağını düşünemezler bile. Devletin yücelmesi insanın yücelmesinden her daim önde gelir. İnsanı yücelmeyene devletin nasıl yüceleceğinin bir açıklaması da yapılamaz.
Bu mantık çerçevesinde sürdürülen okul eğitiminde şu algı hep çocukların belleklerine kazınır: XVI. yüzyılda başlayan sömürgeci Avrupa ülkelerinin gücüne güç katmasının ve XVIII. yüzyıldan sonra başlayan sanayi devrimin ne kadar büyük fazilet olduğu genç dimağlara işlenir. Aldıkları eğitim ve öğretim sayesinde gençler, güçlü devletin birinci şartının sanayi devrimi yaparak kapitalist ekonominin gereği güçlü ordu ve vurucu silah gücüne sahip olmak olduğuna inandırılır. Sözü geçen ve dayatmacı siyaset, gayri safi milli hâsılanın büyüklüğünün (tabii bu gelirin sadece birilerin elinden toplanıp, geniş halk kesiminden tamamen uzak tutulduğu bilinmez) olmazsa olmaz olduğu öğretilir. Çocuk yaşlardan itibaren yetişen nesiller güçlü devletin temel unsurlarını ikame etmek için bilinçaltında önemli bir bilgiyi taşıyan nesiller halinde yetişir.
Sağcı düşüncenin yerleşmesi ve palazlanması adına sağcı zihniyetle devlete karşı büyük fedakârlık yapmış olanlar, devletten haksız bir muamele görmüş olsalar dahi onun karşısında boyunlarını eğerek “büyük hakanımızın tecellisi senin emrindeyiz”, itaatini haksızlığa uğrasalar dahi istemeden yerine getirirler. Onlar için insanın mükemmelleşmesi aslolan değil, güçlü devletin gücüne her ne olursa olsun tabiiyettir. Devletin şahsına karşı sorgusuz sualsiz bir itaat yapılması gereken kutsal vazifedir.
Hepimize okul yıllarında iken anlatılan bir saçmalık vardı. “Türk malı bir arabayı üretmiyoruz. El uzaya gidiyor, biz yaya kalıyoruz.” tarzında ifadelerin ne kadar aptalca bir algının ürünü olduğu gün gibi ortadadır. Bu öğreti insanlar üzerinde yenilmişlik duygusuyla bir aşağılık duygusunu da beraberinde getiriyor. Kapitalist patronların kutsanması gerektiğini bilinçli olarak insana ister istemez işliyor.
Kendilerine de yıllar önce bilgisiz bir tutku ile bu araba ve uzay sevdasını söyleyenler sanayi devrimi öncesi ve sonrası geçen süreci bilemeyecek kadar bilgisiz bırakılmış insanlardı. Onlar da kendilerinin aslını bilmedikleri kalkınma efsanesinin hikâyesini bize okumaya başladılar.
Kutsal Lider ve Kutsal Tarih: Bu mantık sayesinde tarihi olaylar ve tarihte yaşamış önemli şahsiyetlerin ibret alınacak hayat hikâyeleri bizden uzak tutulur. Bizim ufacık aklımız cihana sığmayan insanların yapabildiklerini anlamaya yetmediğinden sadece tarihin efsanelerini ve menkıbelerini kayıtsız kabul etmek esas alınmıştır.
Tarihe mal olmuş insanlar kendi yaptıklarının birer ibret ve öğüt vesilesi olmasını canı gönülden istemelerine rağmen onları koruma adına tarihte olan olayların bazılarının üstünü örtme gayreti yoğun biçimde cereyan etmiştir. Sanki böyle olunca tarih daha ulviyet ve mukaddesat kazanmaya başlamıştır.
Yıllar boyunca Fatih’in, Yavuz’un, Asr-ı Saadetin, II. Abdulhamid’in; Çanakkale ve İstiklal savaşlarının kahramanlık dolu olayları dillerden düşmez olmuştur. Elbette geçen tarih bizim tarihimizdir. Tarihi inkâr etmek de kimsenin haddine düşmez ama efsanelerle örülü tarih anlatımı bize gerçeklerin unutulup gizlenmesine ne kadar büyük katkı sağladığı da yadsınamaz.

(Tasfiye Dergisi, 25. sayı)

Etiket(ler): , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın