Mavi Marmara Hadisesi 500 Yılın Devrimidir

 

 

 

 

Geçen yılın Mayıs ayında gerçekleşen ve tüm dünyayı ayağa kaldıran Mavi Marmara hadisesi, İran’ın başkenti Tahran’da düzenlenen bir programla anıldı. Tahran Sanat Enstitüsü bünyesindeki İslamî Uyanış Edebiyatı tarafından organize edilen etkinliğin konuşmacısı, Almanya’dan davet edilen gazeteci – yazar İbrahim Sediyani idi.

31 Mayıs 2010 tarihinde Akdeniz açıklarında gerçekleşen ve tüm dünyayı ayağa kaldıran Mavi Marmara hadisesi, İran İslam Cumhuriyeti’nin 7 milyon 797 bin 520 nüfûslu başkenti Tahran’da düzenlenen bir programla anıldı. Direk olarak İslam İnqılâbı Rehberi Seyyîd Ali Hûseynî Hamaneî’ye bağlı bir kurum olan İslamî Teblîğler Kurumu (Sazman-ı Teblîğat-ı İslamî) çatısı altında çalışma yürüten Sanat Enstitüsü (Hoze-yê Hûnerî) bünyesindeki İslamî Uyanış Edebiyatı (Wêje Bidar-ê İslamî) tarafından organize edilen etkinliğin konuşmacısı, programa Almanya’dan davet edilen Mavi Marmara yolcusu gazeteci – yazar İbrahim Sediyani idi. Mavi Marmara hadisesinin anlam ve önemi hakkında konuşma yapan Sediyani, bu onurlu hadisenin İslam alemine ve tüm dünya mazlum halklarına verdiği mesaj üzerinde durdu. Programın sonunda sanat öğrencilerinin dereceye giren eserlerine ödül vermek için Sediyani bir kez daha sahneye çağrıldı. Edebiyat ve sanat alanında dereceye giren öğrencilere ödülleri İbrahim Sediyani tarafından takdim edildi.

 Hz. Sümeyye Caddesi adresinde bulunan Tahran Sanat Enstitüsü Konferans Salonu’nda düzenlenen programa İran medyası yoğun bir ilgi gösterdi. Moderatörlüğünü Azerî danışman Cemile Mûnzewî’nin yaptığı etkinlik, 14 yaşındaki hâfız Muhammed Hûseyn Behmenî’nin okuduğu Qûr’ân-ı Kerîm tilaveti ile başladı. Genç hâfızın Kalem Sûresi’ni okuyuşu, dinleyiciler tarafından hûşû içinde dinlendi. Daha sonra kürsüye çıkan moderatör Cemile Mûnzewî’nin yaptığı selamlama konuşmasının ardından Ortadoğu coğrafyasındaki halk ayaklanmalarını konu alan bir sinevizyon gösterisi sunuldu. Sinevizyon gösteriminden sonra kürsüye çıkan etkinliğin konuşmacısı İbrahim Sediyani, Mavi Marmara hadisesinin anlamı ve verdiği evrensel mesaj hakkında uzun bir konuşma yaptı. Sediyani’nin Türkçe yaptığı konuşma, Özgür Yazarlar Birliği (ÖYB) Genel Sekreteri ve Mavi Marmara yolcusu mütercim Doğan Özlük tarafından cümle cümle Farsça’ya tercüme edildi. Sediyani’nin konuşmasının ardından sahneye sırasıyla İranlı müzik topluluğu Grup Mihrab ve aynı şekilde Mavi Marmara yolcusu olan Türkiyeli ses sanatçısı Mikail sahneye çıkarak biribirinden güzel ezgilerini seslendirdiler. Programın sonunda sanat öğrencilerinin dereceye giren eserlerine ödül dağıtımı yapıldı. Sanat öğrencilerine ödüllerini vermek için gazeteci – yazar İbrahim Sediyani bir kez daha sahneye davet edildi. Edebiyat ve sanat alanında dereceye giren öğrencilere ödülleri İbrahim Sediyani tarafından takdim edilirken, öğrenciler ödül kazanmanın haklı sevincini yaşadılar.

 “Gazze’ye insanî yardım götürmek amacıyla 27 Mayıs gecesi Antalya limanından hareket eden ve 31 Mayıs sabahı Akdeniz açıklarında siyonist İsrail deniz ordusunun korsan saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisi, tarihe geçen, hatta kendisi tarih yazan ve ibretlerle dolu bir hadisedir. Mavi Marmara yolculuğunun hem kendisi bir destan, hem de bu yolculuğun her etabı, her günü, bu destanın her sayfası, her paragrafı ayrı bir öykü. Akdeniz’in mavi suları mürekkep olmalı ve bu destanı yazmalı” sözleriyle konuşmasına başlayan İbrahim Sediyani, “Dünyanın ve insanlık ailesinin uyuyan vicdanını, erdem ve fazilet duygularını harekete geçiren Mavi Marmara gemisi, bir değil, iki defa tarih yazan bir yolculuğa imza atarak, modern zamanlar insanının yitirdiği, yabancılaştığı tüm insanî ve ahlakî hasletlerin yeniden kalplerde yeşermesine, bilinçlere kazınmasına ve yerküresinde filizlenmesine vesile oldu” ifadelerini kullandı. “Bilindiği üzere, insanlık tarihindeki ilk erdemli toplum, ilk fazilet ülkesi, ilk barış ve adalet devleti, bir gemide kurulmuştu; Hz. Nûh (as)’un yaptığı gemide. Sonuncusunu da Mavi Marmara yolcuları yine bir gemide kurdular” diyen Sediyani, Mavi Marmara hadisesini “destan” yapan en önemli özelliğin bu olduğuna işaret etti.

 Mavi Marmara gemisinde bir ülke kurulduğunu, bunun barış, kardeşlik, dostluk, dayanışma, paylaşma ve sevgi ülkesi olduğunu dile getiren gazeteci, yazar, şair ve seyyah İbrahim Sediyani, gemide oluşan ortama “Sevgi devleti” ismini verdi. Gazze yolcularının gemideki bu barış ülkesini, sevgi devletini açık denizlerde, denizin ortasında kurduklarına, çünkü anakaraya, tevhid ve adalet yolundan ayrılan insanların yaşadığı, şirk ve tuğyan temelleri üzerine kurulan devletlerin hüküm sürdüğü kara parçalarına uzak olmaları gerektiğine vurgu yapan Sediyani, “Toprak üzerinde, coğrafyalar üzerinde, karada her türlü şirk, zûlüm, tuğyan, ifsad, bozulma, yozlaşma, savaş, kin ve nefretler sınırsızca yaşandığı için, onlar SU’ya hicret etmişlerdi” dedi.

 “Suya hicret etmişlerdi; suyla yıkanmak, suyla arınmak, suyla temizlenmek için. Topraklar üzerinde yaşanan ve yaşatılan her türlü zûlüm, şirk, tuğyan, savaş ve sömürüye inat, su üzerinde yeni bir ülkenin, yeni bir devletin, hatta, yeni bir medeniyetin temellerini atmak için” sözleriyle konuşmasını sürdüren Sediyani, şu değerlendirmede bulundu: “Mavi Marmara yolcularının denizin ortasındaki bir gemide kurdukları ülke, toprak üzerinde kurulmuş dünyadaki 200’ün üzerindeki ülkenin hiç birine benzemiyordu. Mavi Marmara gemisinde kurulan ülkenin şöyle bir özelliği vardı: Farklı dîn ve mezheblerden, farklı ırk ve kavimlerden, farklı coğrafya ve meslek gruplarından gelen bu insanlar, gemideki ülkede barış içinde, kardeşçe yaşıyorlardı. Dünyadaki hiçbir ülkenin başaramadığı bu barış ve kardeşlik ortamını Gazze yolcuları bir gemide kurdular, denizin ortasında. Farklılıkların çatışma ve kavga sebebi olarak değil, zenginlik olarak görüldüğü bir ülke kurulmuştu denizin ortasında. Gemideki ülkede kavga yoktu, kin yoktu, düşmanlık yoktu. Eşitsizlik, adaletsizlik de yoktu. Beyazın siyâhtan, Sünnî’nin Şiî’den, Türk’ün Kürt’ten, erkeğin kadından, profesörün ırgattan hiçbir üstünlüğü yoktu. Herkes eşitti, dahası, herkes kardeşti. Mavi Marmara ülkesinde kimsenin kimliği ‘üst kimlik’ değildi. Kimsenin anadili yasaklanmıyor, kimse düşüncelerinden dolayı mahkûm edilmiyor, hiç kimsenin ve hiçbir şeyin ismi zorla değiştirilmiyordu. Kimse de başörtülü diye gemiden kovulmuyordu. Gemi ülkesinde ırkçılık yoktu, millîyetçilik yoktu, mezhepçilik yoktu, grupçuluk ve taassub yoktu. Dikenliteller yoktu, sınırlar yoktu. Putlar, büstler de yoktu. Herkes ibadetini özgürce yapıyor, herkes kendi mezhebine ve meşrebine göre özgürce âmel ediyor, herkes kendi düşüncesini özgürce başkalarıyla paylaşabiliyor, herkes yaşam tarzına uygun kıyafetleri özgürce giyebiliyor, herkes anadilini özgürce konuşabiliyordu. Gemide öylesine güzel arkadaşlıklar kurulmuş, öylesine güzel bir kardeşlik ortamı doğmuştu ki, bunu kelimelerle anlatmak mümkün değil. Başörtülü hanımlar ile başörtü takmayan hanımlar, sarıklı ve sakallı erkekler ile sırtları ve kolları dövmeli erkekler, “öz kardeş” olmuşlardı gemide, arkadaş olmuşlardı. Hangisiyle konuşursanız konuşun, aynı şeyleri söylüyorlardı, dilleri aynı cümleleri telaffuz ediyordu. Çünkü, yolcular arasında, bunca farklı özelliklere rağmen, ‘ortak’ olan bir şey vardı: Herkes, aynı amaçla gemiye binmişti, aynı duygu ve kaygılarla bu yolculuğa katılmıştı. İşte Mavi Marmara’daki 587 yolcuyu ‘kurşunla birbirine saf gibi bağlanmış’ kardeşler haline getiren, bu ‘Ortak Payda’ idi.  Bu ortak duygu, ortak amaç, ‘Gazze’ idi. Gazze, insanlığı birleştirmişti.”

 Emperyalizmin ve Beyaz Adam’ın dünyaya hakimiyetinin 1492 tarihinde bir gemiyle başladığını hatırlatan yazar İbrahim Sediyani, “Önce Endülüs yıkıldı. Yerküresinin ilim ve kültür havzası olan Endülüs İslam Medeniyeti, Hristiyan barbarlar tarafından tamamen ortadan kaldırıldı. Milyonlarca Müslüman ve binlerce Yahudî kılıçtan geçirildi, bir o kadarı da İberya topraklarından sürgün edildi. Oldum olası, 12 Ekim 1492 tarihini, insanlık tarihinin en uğursuz günü olarak nitelerim. 12 Ekim 1492, İberya sahillerinden kalkan ve elebaşları Cenovalı Cristoforo Colombo olan bir avuç korsanı taşıyan ‘Santa Maria’ adlı geminin, Karibik Adaları’ndaki San Salvador adlı adaya yanaştığı ve içindeki yolcuların karaya ayak bastıkları tarihtir. Emperyalizmin ve Beyaz Adam’ın dünyaya hakimiyeti, böyle başladı” tesbitinde bulundu.  Avrupalı beyazların, gemilerle ayak bastıkları Yeni Dünya topraklarında, tarihin en büyük soykırım ve vahşetini gerçekleştirdiğine işaret eden Sediyani, taraflı tarafsız herkesin, Kızılderili katliamının, insanlık tarihinin en büyük soykırımı olduğu noktasında hemfikir olduğunu savundu. Kızılderili reislerinin sözlerini de aktararak konuşmasını sürdüren Sediyani, Yeni Dünya topraklarına gemilerle ulaşan ve işgal eden Beyaz Adam’ın, dünya hakimiyetini kan, vahşet ve gözyaşı üzerine bina ettiğine vugu yaptı.

 İbrahim Sediyani devamla şunları söyledi: “Soykırıma uğrattığı Kızılderililer’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Amerika’yı, soykırıma uğrattığı Eskimolar’ın kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Kanada’yı, soykırıma uğrattığı Aborjinler’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Avustralya’yı, soykırıma uğrattığı Maoriler’in kan ve gözyaşı üzerinde bugünkü Yeni Zelanda’yı, soykırıma uğrattığı Bantular’ın kan ve gözyaşı üzerinde Güney Afrika’daki Apartheid rejimini kurdu. Sonuncusu 20 yıl önce yıkıldı ki, bu rejim, Beyaz Adam’ın Güney Afrika’daki Apartheid devleti, ırkçı – faşist yapısı nedeniyle bütün dünya tarafından dışlanmıştı. Hiçbir ülkenin siyasî ve ticarî ilişki kurmadığı ve başta olimpiyatlar ve dünya kupaları olmak üzere tüm uluslararası spor organizasyonlarından da men edilen Güney Afrika Cumhuriyeti’ni her türlü şart altında destekleyen sadece üç devlet vardı: ABD, İngiltere ve İsrail. Apartheid rejimi zamanındaki Güney Afrika, siyonist İsrail’in dünyadaki en büyük dostuydu. Apartheid döneminde demir parmaklıklar ardında olan siyahî lider Nelson Mandela, henüz kendi halkı için özgürlük mücadelesi verdiği dönemlerde söylediği şu anlamlı sözüyle, başta Müslümanlar olmak üzere dünyanın tüm erdemli insanlarının kalbinde taht kurmuştu: ‘Filistin özgürleşmedikçe özgürlükten bahsedilemez’… Henüz kendi halkı en basit insanî haklardan bile mahrumken, siyâhların hiçbir insanî hakları yokken ve beyaz – ırkçı Apartheid rejiminin zûlmü altındayken, üstelik, kendisi Müslüman da olmadığı halde ‘Filistin özgürleşmeden özgürlükten bahsedilemez’ diyen Mandela’nın bu sözü, ‘Şurası burası dururken Filistin’den bize ne?’ diyen bizdeki kavmiyetçilere ithâf olunur. Yine kaderin cilvesine bakın ki, Beyaz Adam’ın Güney Afrika’da kurduğu ve sadece beyaz ırktan olanları insan kabul eden ırkçı Apartheid rejimi, 1992 tarihinde yıkıldı. Yani, Beyaz Adam’ın dünya hakimiyetini ele geçirdiği 1492 tarihinin tam 500. yıldönümünde. Ve yine kaderin cilvesine bakın ki, bir zamanlar ırkçı Apartheid rejimi yüzünden hiçbir ülkenin siyasî ve ticarî ilişki kurmadığı ve başta olimpiyatlar ve dünya kupaları olmak üzere tüm uluslararası spor organizasyonlarından men edilen Güney Afrika, kıt’âdaki ilk FIFA Dünya Futbol Şampiyonası’na evsahipliği yaptı, Apartheid yüzünden bir zamanlar bu devleti hiç tanımayan Gana, Nijerya, Kamerun, Cezayir, Fildişi Sahilleri, Kuzey Kore, Arjantin, Brezilya ve Meksika gibi ülkeler orada futbol maçı yaptılar ve Nelson Mandela da bu uluslararası organizasyonu “devlet başkanı” sıfatıyla şeref tribününden izledi.”

 Gemilerle ayak bastıkları topraklarda yaşayan yerli halkları kadın, erkek, çocuk demeden katleden, ekinlerini tahrib eden, hayvanlarını öldüren, evlerini ateşe veren, göllerini ve ırmaklarını zehirleyen Beyaz Adam’ın, milyonlarca masum insanın kan ve gözyaşı üzerinde kendi barbar medeniyetini kurabilmek için, yeni topraklara köle getirme uygulamasına başladığına ve gözünü Afrika’ya çevirdiğine özellikle değinmeden geçemeyen İbrahim Sediyani, “Afrika’dan Yeni Dünya’ya milyonlarca köle götürüldü; zincirlere bağlanarak, kırbaçlanarak, zorla götürüldü bu köleler. Bunu da, yine ‘gemilerle’ yaptı. Kunta Kinte’nin hikâyesi burada başlıyor” şeklinde konuştu.

 Sediyani devamla şu sözleri sarfetti: “Soykırıma uğrattığı Eskimolar’ın kan ve gözyaşı üzerinde ‘New England’ (Yeni İngiltere = bugünkü Kanada), soykırıma uğrattığı Kızılderililer’in kan ve gözyaşı üzerinde ‘New Amsterdam’ (Yeni Amsterdam = bugünkü New York şehrinin ilk kurulduğundaki ismi), soykırıma uğrattığı Aborjinler’in kan ve gözyaşı üzerinde ‘New Holland’ (Yeni Hollanda = bugünkü Avustralya topraklarına beyazların ilk verdiği isim), soykırıma uğrattığı Maoriler’in kan ve gözyaşı üzerinde ‘New Zealand’ (Yeni Zelanda = Zelanda, Hollanda’nın en çok suya sahip olan eyaletidir) ve soykırıma uğrattığı Bantular’ın kan ve gözyaşı üzerinde ‘Orange Free’ (Özgür Portakal = Portakal nitelemesi, siyasî literatürde Hollanda için kullanılır) devletlerini kurmaya girişen Beyaz Adam, bunun için Afrika’dan, özellikle bu kara kıt’ânın batı kıyılarından milyonlarca insanı kırbaçlarla köleleştirerek gemilerle Yeni Dünya’ya götürdü. Amerika’nın ‘keşfinden’ (!) sonra, kıt’âya Afrika’dan köleler götürüldü. Ancak Afrika’dan götürülen köleler, sıradan insanlar değildi. Yani Avrupalılar, Afrika’da her önüne geleni gemiye bindirip Amerika’ya götürmüyordu. Götürülen köleler tahsilli, bilinçli, kariyer sahibi, çoğu üniversite mezunu, mühendis, doktor ve bu tür vasıflara sahip olanlardı. Çünkü Amerika’da yeni bir medeniyet kuracaklardı ve bu medeniyet, sıradan insanlarla kurulamazdı.”

 Köle ticaretinin sürdürüldüğü 400 yıl boyunca Afrika’nın 75 ila 90 milyon arasında genç erkeğini yitirdiğini, bu dönemde Amerika’ya 15 milyon köle götürüldüğünü açıklayan yazar İbrahim Sediyani, “Aradaki fark, köleleştirilen Afrikalılar’ın yolda (okyanus üzerinde) ya da Afrika’daki bekleme depolarında ölmesinden kaynaklanmaktadır. Yani köle olarak götürülen 75 – 90 milyon kadar Afrikalı’nın 60 – 75 milyonu ölmüş / öldürülmüş, Yeni Dünya’ya yalnızca 15 milyonu sağ salim gidebilmiştir. 1502’de İspanya ve Portekiz, 1517’de Hollanda, Fransa ve İngiltere, insanlık tarihinin en yüzkızartıcı suçlarından olan ‘zencî ticareti’ni resmen tanıdılar. Yerli halk, köle tüccarlarının eline düşmemek için Afrika’nın iç bölgelerine kaçıyorlardı. ‘Zencî ticareti’ uğruna yüz milyon kadar insan ölüme sürüklendi ve bu ‘zencî ticareti’, Afrika’nın gelişmesini BİRKAÇ YÜZYIL geciktirdi” değerlendirmesinde bulundu.

 Avrupalı beyaz efendilerin, kendi topraklarını terk edip yerleşmek amacıyla Amerika kıt’âsına “Mayflower” (= Mayıs Çiçeği) adlı gemiyle giderken, Afrikalılar’ı da zincirlere vurarak, kırbaçlayarak, öldürerek, kıt’âya, Amerika’ya, Yeni Dünya’ya “Jesus” (= İsa) adlı gemiye bindirerek götürdüklerini, Kunta Kinte’nin hikâyesinin burada başladığına vurgu yapan Sediyani, şu ilginç tesbitte bulundu: “Ne hazindir ki, bugün ABD’de ‘negro’ olarak çağrılan siyâhîlere ait kiliselerde, ‘Ben burada mutlu değilim / Beni İsa’ya geri götürün / Burası benim vatanım değil / İsa alsın götürsün beni / Gel İsa al götür beni yurduma / İsa geldiğim yere geri götür beni’ sözlerinin olduğu ilahîler okunurken, bu ilahîleri okuyan zencî Hristiyanlar, bunları okurken Hz. İsa’yı çağırdıklarını sanmaktadırlar. Halbuki, ne hikmetse beyazların gittiği kiliselerde okunmayan ve sadece siyâhlara ait kiliselerde okunan bu ilahîde Hz. İsa’nın değil, siyâhları köle olarak Amerika’ya getiren İsa adlı geminin kastedildiğini bilmemektedirler; bu ilahîde İsa derken bir peygamberden değil, bir gemiden bahsedildiğini anlayamamaktadırlar.”

 Tarihi hep gemilerin, su üzerinde yol alan gemilerin yazdığını ifade eden İbrahim Sediyani, şöyle bir yorum geliştirdi: “Ancak Mavi Marmara’nın yazdığı tarih, diğer gemilerin yazdığı tarihten çok farklı. Çünkü Mavi Marmara, zalimlerin değil, mazlumların yazdığı bir tarih. Tarihi artık mazlumlar yazıyor; erdemli insanlar, özgürlük âşıkları yazıyor. 500 yıldır gemilere zalimler biniyordu, korsanlar biniyordu. 500 yıldır gemiler işgal ve katliam için yola çıkıyordu. Artık gemilere mazlumlar biniyor, özgürlük âşıkları biniyor; korsanlar geminin içinde değil, korsanlar gemilere saldırıyorlar. Artık gemiler işgalleri ortadan kaldırmak, katliamlara son vermek için yola çıkıyorlar. Santa Maria, yeni bir tarih başlatmıştı; işgal, soykırım, asimilasyon, sömürgecilik ve kölelik tarihi.Mavi Marmara da yeni bir tarih başlattı; özgürlük, kardeşlik, şehâdet ve Allâh’tan başkasına kulluğu reddeden tevhidî bir şuur ve bilincin tarihi.”

 Santa Maria ve İsa gemileriyle Mavi Marmara gemisi arasında şaşırtıcı benzerlikler bulunduğuna ve fakat bunun tersinden bir benzerlik olduğuna işaret eden İbrahim Sediyani, Santa Maria ile Mavi Marmara arasındaki şaşırtıcı benzerliğin, her ikisinin yolculuğunda da korsanların başrolde olması olduğu tesbitinde bulundu. “Birinin yolcuları korsandı; gemiyi korsanlar sürüyordu. Diğeri de korsanların saldırısına uğradı” diyen Sediyani, “Biri yeni topraklar işgal etmek, insanların özgürlüklerini ellerinden almak amacıyla yola çıkmıştı. Diğeri de işgal altındaki topraklarda uygulanan ambargoyu delmek, özgürlükleri ellerinden alınan insanlara insanî yardım götürmek, o insanlara ellerini uzatmak amacıyla yola çıktı” şeklinde konuştu.

 İsa ile Mavi Marmara arasındaki şaşırtıcı benzerliğin ise, her iki geminin yolcularının da, geldikleri ülkelerin ve mensubu oldukları toplumların erdemli kesiminden, elit ve aydın tabakasından olmaları olduğunu ifade eden Sediyani, şunları söyledi: “İsa yolcuları, kendi toplumlarının elit kesimindendiler; mühendisler, mimarlar, doktorlar, coğrafyacılar, tarihçiler, öğretmenler… Mavi Marmara yolcuları da, aynı şekilde kendi toplumlarının elit kesimindendiler; kanaat önderleri, cemaat liderleri, imamlar, papazlar, milletvekilleri, doktorlar, avukatlar, gazeteciler, yazarlar, sanatçılar, sivil toplum temsilcileri… İsa yolcuları, farklı ülkelerden ve değişik kavimlerden getirilen insanlardı; Nijerya’dan Yarubalar, Kamerun’dan Fulbeler, Benin’den Eweler, Togo’dan Tembalar, Gana’dan Gurmalar, Fildişi Sahilleri’nden Senufolar, Gine’den Susular… Mavi Marmara yolcuları da, aynı şekilde farklı ülkelerden ve değişik kavimlerden gelen insanlardı; Türkiye’den Kürtler, Cezayir’den Araplar, İspanya’dan Katalonlar, Britanya’dan İrlandalılar, Belçika’dan Valonlar, Pakistan’dan Pencabîler, Endonezya’dan Malayalar… Fakat iki gemi arasındaki benzeşme, ters bir ilişki arzediyordu: İsa yolcuları, o gemiye zorla, kırbaçlarla, zincirlerle bindirilmişlerdi. Mavi Marmara yolcuları ise o gemiye “gönüllü” olarak binmişlerdi.”

Mavi Marmara yolcularının, Gazze yolculuğunun barış gönüllülerinin büyük bir devrim gerçekleştirdiğine işaret eden Sediyani, “Savaşla değil barışla, kavgayla değil dayanışmayla, silâhla değil sevgiyle gerçekleştirilen bir devrimdi bu” değerlendirmesinde bulundu.

 Mavi Marmara aktivistlerinin, temelleri 19 Ağustos 1897 tarihinde İsviçre’nin Basel kentindeki I. Dünya Siyonist Kongresi’nde atılan siyonist İsrail rejiminin 15 Mayıs 1948’de kutsal Filistin topraklarında emperyalist güçler tarafından zorla kurulmasından bu yana geçen 62 yıllık acılarla, sürgünlerle ve katliâmlarla dolu süre boyunca, Filistin halkının yaşadığı dramı ve mazlumiyeti o güne dek hiç olmadığı kadar güçlü ve etkileyici bir şekilde dünya kamuoyunun gündemine soktuklarını ileri süren İbrahim Sediyani,  “Çünkü Mavi Marmara gemisinde 36 farklı ülkeden barış elçileri olduğu için, siyonist İsrail, bu gemiye saldırmakla, bu 36 ülkenin hepsine aynı anda saldırmış oldu. İsrail bu saldırıyla, salt herhangi bir sivil barış gemisine değil, tüm insanlığa, tüm dînlere ve milletlere saldırdı” görüşünü savundu. Mavi Marmara’nın gerçek mânâda bir barış gemis, bir onur ve erdem gemisi olduğunu, her dînden, her ırktan, her ülkeden, her kavimden, her meslek grubundan, sosyal sınıftan, her yaş grubundan yolcuları bulunduğunu yeniden hatırlatarak konuşmasını idame eden Sediyani, geminin amacının tamamen insanî bir amaç olduğunu, siyasî ve ideolojik hiçbir gayesinin olmadığını savundu. Geminin tek muhatabının Gazze halkı, tek amacının da insanî yardımları oraya ulaştırmak, Gazze üzerinde uygulanan haksız ve hukuksuz ambargonun delinmesini ve ortadan kaldırılmasını sağlamak olduğuna dikkat çeken Sediyani, devamla şu önemli noktaya temas etti: “O güne dek yalnızca Filistinliler ve Filistin’e komşu ülkelerin vatandaşları İsrail vâhşetine, İsrail’in kurşunlarına ve bombalarına hedef oldukları için, o acıyı ve zûlmü yalnızca onlar birebir, yüzyüze yaşıyorlardı. Elbette dünyadaki – başta Müslümanlar olmak üzere – erdemli ve vicdan sahibi insanların Filistin konusunda bir hassasiyetleri, Filistin halkının yaşadığı trajediye karşı bir duyarlılığı vardı. Ancak o vâhşeti yüzyüze yaşamıyorlardı; sadece sahip oldukları bilinç gereği taşıdıkları bir hassasiyet sözkonusuydu. Fakat Mavi Marmara hadisesiyle birlikte, dünyanın beş kıt’âsındaki ve 36 farklı ülkesindeki toplumlar, İsrail vâhşetini, İsrail saldırısını yüzyüze yaşamış, siyonist kurşun ve bombaların birebir hedefi olmuştu. Türkiye’deki, Yemen’deki, Bahreyn’deki, Malezya’daki, Endonezya’daki, Moritanya’daki, Güney Afrika’daki, Yunanistan’daki, İspanya’daki, Belçika’daki, Almanya’daki, İngiltere’deki, İrlanda’daki, İsveç’teki, ABD’deki, Avustralya’daki, Yeni Zelanda’daki milyonlarca insanın İsrail ordusunun saldırısına uğrayan, İsrail’in kurşunlarına ve bombalarına hedef olan, İsrail askerleri tarafından işkenceden geçirilen, İsrail’in eline esir düşen, İsrail hapishanelerinde yatan akrabaları ve yakınları vardı artık. Yerküresinin dört bir yanındaki milyonlarca insan, Filistin halkının yaşadığı aynı olayları kendi kocaları veya hanımları, kendi babaları veya anneleri, kendi oğulları veya kızları, kendi kuzenleri, akrabaları, yakınları, kendi arkadaşları, dostları, yarenleri, kendi komşuları, hemşehrileri yaşayınca, Filistin doğal olarak tüm dünyanın gündemine girdi. Bu da, siyonist İsrail rejiminin, kurulduğu tarihten bu yana karşı karşıya kaldığı en büyük felâket oldu. Çünkü İsrail yalnız kaldı. Onyıllardır insanlığı yanıltmak için dünya kamuoyuna ısmarladığı yalanların ve medya organları vasıtasıyla gerçekleştirdiği manipülasyonların artık hiçbir hükmü kalmadı. Tüm dünya, İsrail gerçeğini tanıdı. Bu gerçeğin, dünya barışı için ve insanlığın huzur ve emniyeti için ne derece büyük bir tehlike olduğunu öğrendi. İsrail siyonizminin ve ABD emperyalizminin onyıllardır dünya halklarından sakladığı gerçekler, Akdeniz açıklarında yaşanan Mavi Marmara hadisesiyle birlikte SU yüzüne çıktı.”

 “Böylesine onurlu ve izzetli bir seyahâti, bu denli erdemli ve faziletli bir eylemi bana da nasib ettiği için, ‘yaşayan her şeyi SU’dan yaratan’ (Enbiyâ, 30) Allâh-û Teâlâ’ya sonsuz şükürler ediyorum” diyerek sözlerini bağlayan Sediyani, “Hayatın kendisi bir gemidir zaten; mücâdele ise bir yolculuk. Mavi Marmara gemisiyle, hayatımın en güzel ve en anlamlı yolculuğunu yaptım” cümleleriyle duygularını paylaştı. Mavi Marmara hadisesinin unutulmaması, hafızâlardan silinmemesi için “tanıklık” yapmayı, Mavi Marmara hadisesini canlı tutmayı ve bu “mavi yolculuğun” verdiği evrensel ve insanî mesajı ait olduğu çağa ve topluma ulaştırmayı, bu mesajı “dâvetçi” kimliğiyle bütünleştirerek yaygınlaştırmayı, ertelenemez bir sorumluluk olarak addettiğini belirten Sediyani, “Bu sorumluluğun gereği olarak da, nazik davetinize icabet ederek buraya, Tahran’a geldim” dedi. “Bütün dînî, kavmî, menşeî ve meslekî kimliklerimin ötesinde, her şeyden önce bir ‘insan’ olarak en büyük arzum, zûlüm ve sömürünün olmadığı, savaş ve işgallerin yaşanmadığı, kin, nefret ve düşmanlık duygularının ortadan kalktığı bir dünyada yaşamak, gezegenimizde barış ve adalet umdelerinin yücelmesi, insanlarda ve toplumlarda dostluk ve kardeşlik bağlarının oluşması ve kalplerde sevgi ve merhamet duygularının yeşermesidir” diyen İbrahim Sediyani, “İran’a yaptığım ziyaret bu amaca bir nebze de olsa katkıda bulunursa, bundan büyük mutluluk duyacağım” cümlesiyle konuşmasını tamamladı.  

 Haber: Doğan Özlük

Etiket(ler): , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın