Ranciére, siyasetin adsızların bir ada kavuşması, temsil edilemeyenlerin temsil edilmesi ve sesin dile dönüşmesiyle mümkünleştiğini söyler. Kuran’ın deyimiyle de beşer, konuşmaya başladığında bir insan olur. Bu aynı zamanda çıplak bir insan (beşer) oluştan, siyasal bir varlık olarak insana doğru kat edilen mesafeyi de tanımlar.
Modern devletin en önemli sorunlarından birisi ise, kendisine dayanak kıldığı işte bu mesafenin kat edilmişliğindeki muğlaklıktır. Çünkü demokrasi, kendi öncesi rejimlerden farklı olarak tüm toplumu (eşit bir biçimde) siyasete dahil ettiğini iddia eder. Oysa modern ulus devlet, bunu daima demokrasinin bu tanımında içlediklerini dışlayarak (en azından bir kısmını) uygulamaya sokar. Zira ulus devletin, bu tanımın dışında duran/tutulan, asimile edemediği öğelerin mevcudiyetiyle başı daima beladadır. Ayrıca kendi ulus niteliğini tanımlayabilmek ve fiilileştirebilmek için, aslında bu ulus dışı (“yaban”) öğelere de muhtaçtır.
Türkiye’deki Kürtlerin varlığı da işte bu anlamı taşımakta değil mi? Çünkü Kürtlerin siyasal alana katılabilmeleri, daha doğrusu bir “insan” olarak addedilmeleri, ancak ödünç bir dili konuşmalarıyla mümkün. Yani bir “insan” olmak için kendiliklerini reddetmeleri, kısacası asli insani kimliklerinin dışına çıkmaları şartını benimsemeleri kendilerine icbar edilmekte. Aksi halde, konuştukları dil “ne olduğu bilinmeyen ve anlaşılamayan bir dil”, kısacası ancak hayvanlara özgü bir “dil” olarak tanımlanmakta. Çünkü insanların anlayamadıkları tek dil, hayvanların dilidir. Ya da Ranciére’in tanımında kast edilen, kölelerin ya da barbarların, yani siyasetin dışında tutulanların dili.
Aslında Uludere kıyımından söz etmek için sözü bu kadar dolandırmam, biraz da bu kıyımın bahsedilemezliğindeki o nahoşluk ve dehşettendir. Çünkü bu kıyımda canlarını kaybedenler aslında nedir? Devletin gözetiminde kaçakçılık yapan bu insanların, sadece bu durumu bile bir tanımsızlığı ortaya koymakta değil mi? Devletin aslında suç saydığı bir fiili yapmalarına göz yumması, bir anlamda bu insanları olağan yurttaş yerine koymadığı anlamına gelmekte değil mi?
Tamamıyla askeri operasyonların alanı ve mantığına teslim edilmiş “bölge”deki insanların uğradıkları bu kıyım sonrasındaki dehşet dolu sessizlik, aslında bu kıyıma uğrayanların -Kürtlerin- ne olarak sayıldığının/sayılacağının karar verilemezliğindeki o nahoşluktan kaynaklanmakta değil mi?
Çünkü onlar Agamben’in yaklaşımından hareketle öldürülebilirler ama şehit de sayılmazlar; çünkü tanımsız bir aralıkta yaşamaktadırlar. Çünkü onların aslında bir “insan” olmaları da kuşkuludur. Öyle kuşkuludur ki, onları vuranların bu “dikkatsizliği”, temelde gelip “çok da önemli değil” olmalarına dayanmakta. Yani birer Kürt olarak nasılsa ulus devlete kayıtlı olmadıklarından, kısacası bir Kürt bedeni taşımakla malul olduklarından, bu ölenlerin PKK’lı ya da değil olmaları, askeri operasyon mantığı açısından zaten çok da önem taşımamaktadır.
Çünkü askeri operasyon mantığı açısından Kürtler, aslında o bölgeden kazınılması gereken ehlileştirilememiş (uluslaştırılamamış) bir unsurdurlar. Bu mantık ve algıyı değiştirmesi ve Kürtleri de siyasal alana, yani beşerilik (yabanlık)’ten insanlığa dahil etmesi gereken siyasal otorite ise, aslında kendisini de mağdur eden o ulusallığa dayanması, aksi halde ortaya çıkacak siyasal krizle baş edememe korkusuyla böyle bir şeye girişememekte ve durduğu o kararsızlık uğrağında giderek tüm inisiyatifini ve çözüm imkanlarını yitirmektedir.
Kürtlerin somut birer insan olarak kabul edilip edilemeyeceklerine dair özünde siyasal olan bu kriz, aynı zamanda Türk ulusallığını da tanımlayan sınır durumlardan birisi, ama en yakını ve dolayısıyla da en belirleyici olanıdır. (Gayrı Müslimler daha uzak sınırlardır.)
Ölenlerden belki Dersim meselesinde de olduğu gibi yarım ağızla bir özür dilenecek, belki tazminat ödenecektir. Ama “Kürtler de bizim kardeşlerimizdir”deki tereddüt, ikircim ve kuşku giderilemediği ve şu can yakıcı soru doğru bir biçimde cevaplanmadığı sürece terör/şiddet sona erdirilemeyeceği gibi, sistemin meşruiyet krizi de çözülemeyecektir: Kürtler nedir?
Kürtleri dilsizleştiren, tüm tarihlerini olduğu kadar dillerini de terk etmeyi onlara bir “insan” olma şartı olarak koşan 1924 Anayasası belli ki bir oldubittiye getirilmiştir. Şimdi ise ihtiyacımız, yok sayılanların bir bahşedilmesi olarak değil, bu yok saymadaki hor görüden nedametini ilan edecek ve tüm geçmişi onaracak olan bir yürek genişliğidir.
yazıda, “o siyasal otorite denilen” akp hiç de kararsız değil.. şaşırdım doğrusu bu kadar iyimser bakıldığına.. bu tipik muhalif aklının semeresidir. yani; her ne olursa yukarıdakilere bakılması, egemenin ağzından çıkanın gündem olması ve de ona göre şekilleniş vs… muhaliflik nedir sorusunu da düşünmesi gerekiyor bence, kürtler nedir diye madem sorulmuşsa.. ha, kürtlerle ilgili dedikleri değerlidir, doğrudur kanımca da…