AY VAKTİ, Sayı: 118–119, Temmuz-Ağustos, 2010
Her zaman Ay Vakti için zihnimdeki karşılık “iyi niyetli bir dergi” olmuştur.
İki sayıyı bir arada çıkarmış Ay Vakti. Bu sayı doğrusu iki sayı için son derece yetersiz. 48 sayfa çıkmış, iki sayı olunca daha bir yoğunluk beklenir ya sanırım yaz rehavetini atlatmak amaçlanmış gibi görünüyor.
Çokça hikâye var Ay Vakti‘nde, biraz fazla duruyor yedi hikâye dergide. Cumhuriyet tarihinin bitmeyen ve son aylarda daha bir ivme kazanan Kürt sorununa dergide değinilmiş mi diye bakıyorum ama maalesef bir şey yok.
Mavi Marmara gemisi kapağa çekilmiş, içerde Filistin duyarlılığı çerçevesinde birkaç iyi niyetli şiir var ama Kürt sorunu teması sadece şu şekilde yer alıyor: “Şemdinli’de, Elazığ’da, Halkalı’da şehit edilen askerlerimiz bizi yine hüzne boğdu.”
Naz Ferniba’nın “Cezada Elif Sözü” adlı hikâyesi tasavvuf temalı, içsel yönelişler dolayımında kaleme alınmış bir çalışma. Diğer birçok hikâyede de olduğu gibi yolculuk teması öne çıkıyor.
Muhammet Erdevir’in “Kasıt” adlı hikâyesi bir köy anlatısı. Aşkı ve bunalımlarının intihara sürüklediği biraz da hüzün katılarak oluşturulmuş bir hikâye. Böyle köyler ve aşkların kalmadığı bir modern zamanda yazarın hangi kaygılarla edebiyat yaptığını çıkaramadım doğrusu. Nostalji tadı veriyor.
Mehmet Erikli’nin “Sanrılı Aşk” adlı hikâyesi de “ismiyle müsemma” denilecek türden doğrusu. Zaten bu tarz hikâyelerdeki tasavvuf menşeili aşk vurgusunun modern insanın yalnızlık ve bunalımlarıyla da birleşince tam bir daraltıya sebebiyet vermesi kaçınılmaz oluyor. Ne dediği, hangi durumu vasfettiği belirginleşmeyen anlatılar… Samet Kara’nın “Genç Yazarın Hikâyesi” adlı çalışması da bu minvalde değerlendirilebilir. Ben başlığı görünce bir muhasebe ve edebiyat dünyasına dönük iğnelemeler bekledim ama, nasip işte!
Fatih Külahçı da bunalttı iyice beni “Sel(e)n” adlı hikâyesiyle. Tamam toplumsal bir sorunu anlatan bir metinse bunalalım, yolunu bulmaya çalışan, hakikati halkla paylaşmaya çalışan biriyse engellerden, zorbalıklardan ve bunlara karşı mücadeleyi anlatırken bunalalım da bu kadar da olmaz ki! Edebiyatla amaçlanan nedir, küçük ve tek insanın bunalımlarını bu kadar merkeze almak hayatı komple ıskalamak anlamına gelmez mi: “Meçhul bir mektup yazacaktı her zamanki gibi. İşte kusma vakti.(…) Ben kimim, neden buradayım, ve neden bu mektubu yazıyorum, hepsini unuttum.” Allah aşkına diyorum, Müslümanlar bunları yazarak neyi murat ediyorlar, anlayan varsa beri gelsin! Oku, oku, bir yığın yürek daralması; başka şey yok!
Bilal Yakup adlı yazarda biraz toplumcu, ümmetçi ve İslami kaygılar var ama o da eleştirdiğimiz damarı usul olarak aşamadığı için derli toplu bir anlatım ortaya koyamamış, hem kahramanları hem hikâyesi dağınık bir görüntü sunuyor. Disiplinli bir güzergâh yakalayamayan kahramanında meczupluk halleri egemen oluyor en nihayetinde ama “Sen de Gel” adlı öyküsündeki şu cümleler dergideki bütün hikâyecilere fark attırıyor yazara: “Zaten bizim hikâyelerimizde alışveriş merkezlerine yer yok. Olsa da bol ışıklı, bol gürültülü kapitalizmin, emperyalizmin kaleleri ve modernitenin putlarıdır. Ahmet Ağabeyle alışveriş merkezlerine nefret imgesini verdik.” Kahraman şu cümleyle yakıntısını dile getiriyor ya herkes ders almalı; bıktık artık yakınmalardan: “Şimdi bir halifemiz olsaydı ama Ömer gibi değil, bizzat Ömer olan bir halife, ordusuyla önce Kudüs’e, sonra Bağdat’a, sonra Kabil’e daha sonra tüm İslam âlemine yani tüm dünyaya fethe çıksak ne iyi olurdu değil mi? (…) Biz bırak sefere çıkmayı, niyet bile etmiyoruz.” Şu cümle belki içerde yaşadığımız soruna da cılız ve ürkek bir gönderme yapmıştır, kim bilir: “Neye üzülüyorum biliyor musun? Hâlâ bu dünyanın kanla döndüğünü görmeyenlere.”
Cengizhan Konuş, “Devr/eden Özgürlük” hikâyesinde önemli bir tema yakalamış. İdeolojisi, amacı olmayan sadece aşk temelli saçma sapan evliliklerin nasıl bir anlamsızlık batağına saplanıp büyük hüsranlarla sona ereceğini işlemiş ama anlatım ve dil olarak biraz daha gayret etmesinde yarar var. “Çalışsaydı bu kadar olmayabilirdi.” cümlesi yazarın kendisinin de meseleyi temelden kavrayamadığını gösteriyor, bu yüzden sıkıntı devam edecektir! “Herkese ve her şeye karşı ilgisini yitirmiş, çevresini algılayamaz olmuştu.” cümleleriyle tavsif ettiği hanımefendiden “Üç yıl süren bir flörtten sonra aşk evliliği yapmışlardı.” diye bahsederken “yazar, ideolojisi olmayan bir kişinin kaçınılmaz sonunun böyle olacağını kavramalı artık” diye geçiriyorum içimden: Kaçış yok! Edebiyatı bu zemine kurmak zorundayız!
Bir iki kısa not da diğer çalışmalara düşmek istiyorum. mavi düşlerin kıyısında adlı denemesindeki “Aman Allah’ım! Firavundan daha zalim bu Yahudiler… Lanetli kavim…” ifadelerinin sahibi Emrullah Can kardeşimiz maalesef Siyonizm yerine Yahudi düşmanlığı yapmış. Lanetli kavim sıfatını Kur’an üzerinden tekrar kritik etmelerini istirham ediyorum. Siyonistlere lanet eden yeryüzündeki çok sayıda Yahudiyi nereye koyacağız?
Dergideki iyi niyetli İslami söylem, egemen muhafazakâr İslami çevrelerin problemli söylemi maalesef. Şehit ve vatan kavramları temelindeki değerlendirmeleri bunu gösteriyor. Şiir editörlerinin de daha fazla çalışması gerekiyor ve mutlaka içerdeki sorunlara el atılmalı artık. Yoksa şahadetimiz makbul olmaz.
Editörün okuyucuya okuma ödevi vermesi de ilginç olmuş doğrusu ama yerinde bir hatırlatmayla Kur’an meali okunması istenmiş, bu okumaların biraz daha toplumsal/sosyal perspektifle olmasını da biz tavsiye edelim.