Eyüp Sabrı, Ömer Öfkesine Dönüşebilir mi?

Muhafazakâr kültürel hegemonyanın emek kontrolü

TOKAD (Toplumsal Dayanışma Kültür Eğitim ve Sosyal Araştırmalar Derneği) seminerlerinde bu hafta Ahmet Örs, İletişim Yayınlarından çıkan Yasin Durak’a ait “Emeğin Tevekkülü” kitabını tartıştı. Konya Organize Sanayiinde işçi ve işverenlerle görüşmeler yapan Durak’ın kitabıyla ilgili olarak Ahmet Örs’ün aktarıp tartıştığı notlar şöyle:

-Kitap türlü oyunlarla eşitsizliklerin sürdürüldüğü temel iddiasından hareket ediyor.

-Bu araştırmada “kültürel hegemonya” kavramı temel alınıyor.
-Son yıllarda eşitsizliği pekiştiren uygulamalar büyük ölçüde neoliberal politikalarla derinleştirilerek yürütülüyor. (AKP’nin “İslamcı” iddialarını kabul etmemekle birlikte kökenlerine tamamen sırt çevirmemesi ve İslamcı grupların aktif desteği nedeniyle bu “İslamcı” sıfatı üzerinde duruyor. Bu durum İslamcılar açısından önemlidir; deşifre edilmelidir.)
-Niçin “Emeğin Tevekkülü?”  Bu başlığı dindar-muhafazakâr işçi sınıfının temayüllerine bir gönderme olarak okuyabiliriz. “Tevekkül” kavramı, Konya’daki işçi sınıfının temel ilişkiler, eşitsizlikler karşısındaki duruşunu belirler

-Bu araştırmayı ortaya çıkaran soru; Anadolu sermayesine emek gücü sağlayan ve neoliberal İslamcı bloğun meşruiyet tabanını oluşturan emekçi kesimin tabiiyetini ortaya çıkaran toplumsal bağlamın ne olduğu sorusudur;
-Alan araştırması yapıyor Yasin Durak.
-Neden Konya? RP’nin dindar tabanının yoğunlaştığı, raylı sisteme varana kadar modernleşmeci-kalkınmacı uygulamasının örneği ve en son %70’lik AKP lehine oy çıkan bir şehir.
-Konya’da AKP’den önce zaten İslami tüketicilik mevcuttu. Ancak AKP devrinin başlamasıyla bu bütün yurtta olduğu gibi bir dönüşüm, bir proje olarak uygulanmaya başladı.

Neden kültürel hegemonya?
1980 süreciyle birlikte Türkiye sosyal devletten vazgeçmiş taşeron cumhuriyetine dönüşmüştür.
-RP geleneğinde yoksulluk-dindarlık vurgusu önemliydi. Yoksul kitle dindar siyasetin kendini kurtaracağına inandığı için koşulsuz bağlılık gösterdi. Bugün de egemen olan siyasetin o olduğunu söyleyebiliriz aslında.

-Sonuçta bugün Türkiye’de neoliberal İslamcılığın (dindarlık dense daha isabetli olurdu herhalde) olgunlaşmış bir egemenliği söz konusudur. Bu yeni iktidar bloğunun oluşumu 12 Eylül ve 28 Şubat müdahaleleri eksenindeki dönüşümlerle özetlenebilir. 12 Eylül ve 28 Şubat zaten son otuz yıllık neoliberal düzenleyici sürecin müdahil darbeleridir ve bugünün önünü açmıştır.
-Yazar, “rızaya dayalı hegemonya” kavramını kullanıyor. Bu, bugünü anlamak için önemli bir kavram aslında.

-12 Eylül bunu başaramadı. Rızaya değil, baskıya dayalı bir itaat oluşturdu. Şili’de Pinochet; Türkiye’de Evren darbe yöntemiyle küresel güçlerin istediği neoliberal kapitalist dönüşümü gerçekleştirmek için görevlendirilmişlerdi. Neoliberal dindar iktidar “rızaya dayalı hegemonya”nın oluşumunu başardı ve “muhafazakâr demokratlık” ekseninde kitleyi dönüştürdü.

-Bugün emekçi sınıfların “itaati ve rızası” bu iktidar bloğunun yarattığı tecrübe ve ilişki biçimlerinde yeniden üretilmektedir.
-Bu çerçevede yaşanan ilişki biçimleri işçi sınıfları üzerinde hegemonik kontrolü sağlamaktadır.
Neoliberal egemenlik hayata kök salmış İslami ilişkilerin gücünü kullanıyor yani…
-Bugün çalışma ilişkilerinde emek kontrolü, yani işin denetlenmesi gündelik hayatı saran “kültürel hegemonya” ile sıkı bir ilişki taşımaktadır.
-Emekçiler dini referanslarla yazılı kurallar, sözleşmeler olmadan kontrol ediliyor.
-Dini ilişkiler sayesinde emekçi sınıfın ağır çalışma koşullarına karşı rızası, emekçilerin işverenlere bağlılığı yahut itaati garantili bir şekilde sağlanmaktadır.
-Bu ilişki biçiminden bahsederken Emevî geleneğinin rolünü unutmamak gerek. Bu aynen sürdürülüyor. İslamcıların bu durumda ne yapılmalı sorusunu sorması gerekiyor.

-Emeğin sermaye birikimi sürecine entegre edilmesi gerekiyor. Ne kadar canlı emek o kadar artı değer ve sömürü, mantığı kapitalizm için esastır.

2. Bölüm
-Gramsci, hegemonyayı “ideoloji”  anlamında kullanmamıştır. Ona göre hegemonya daima “pratik bir eylemi” ve eleştirisizliği üreten toplumsal ilişkileri ve bu eşitsizliği doğrulayan, açıklayan , normalleştiren ve benzeri fikirleri kapsamaktadır.

-Şu önemlidir: Egemenler geniş kitleleri aynı ortak kaderi paylaştıkları huşunda ikna etmek durumundadır.
-Yeni güç sahipleri, kendi ideolojileri üzerinden yeni hegemonya oluşturacaktır.

-Konya organize sanayilerinde işletmecilerin çoğu milli ve dini vurguları bir arada kullanıyorlar. Böylece kendi çıkarlarıyla milli ve dini erdem ve çıkarları bir arada kullanıyorlar, bu da yeni bir hegemonik kültür oluşturuyor.

– Kendileriyle görüşme yapılan işverenlerin bu vurgularını görüşme notlarından görmek mümkündür.

-Bloch, “bencilliği örten erdem” diye bir kavram kullanıyor ki çok önemlidir ve tam da bu durumu anlatmaktadır. Çıkarlar farklı erdemlilikler üzerinden gerekçelendirilmektedir.

-İşletmeciler, sürekli olarak kendi çıkarlarını (başta işçiler olmak üzere) her kesimin çıkarlarıyla uygun olduğu anlayışını sürekli vurgulamaktadırlar. Böylece sınıfsal çelişkilerin üzeri örtülmek istenmektedir. Bu, ideolojik devlet aygıtı tarafından da hepimizin aynı kaderi ve ortak bir geleceği paylaştığımız söylemiyle sürekli olarak üretilmektedir.

-Birçok işletme, işçilerin yeteri kadar işyeri için özveride bulunmadığından şikâyet etmektedir.

-İşletmecilerin ifadelerinde yer alan “milletin genel çıkarları, İslam âleminin başarısı” gibi vurgular kültürel hegemonyanın oluşumunu gözler önüne sermektedir.

-Bir işveren görüşmesinde, “Sipariş almışız, bekliyoruz; işçiye yarım saat daha fazla çalış dediğimiz zaman küfretmişiz gibi bakıyor… Bu koşullar altında ihracat yapıyoruz burada!” diyor.

-Acaba bu işletmeciye “asgari ücrete 50 TL daha ekle o zaman” denildiğinde ne diyecek onu tahmin edebiliyoruz.

-Dindar tabanın dindar işverenlerle uzlaşma yahut herhangi bir çatıda dayanışma içinde olması artı değer üretiminin garanti altına alınması demektir.

-İslam protestanlaşması metaforu üzerinden meseleyi tartışmaya devam ediyor yazar.

 

Araçsalcı Dindarlık
-1980’ler ve 90’larda yaşanan çözülmeler sonrasında ise dini grupların iktisadi faaliyetleri bir “verimlilik ve kazanç ideolojisi”nin üzerine inşa edilmektedir. Bu doğrultuda yükselen İslami burjuvazinin iktisadi eğilimleri ise dini araçsallaştırıcıdır.

-Dindarlık, emekçileri kontrol işlevi görüyor. İşçi- işveren ilişkileri “manevi otorite” sağlamaktadır ki bu da çoğu zaman emek kontrolü için önemli dayanaklarından biri olabilmektedir.

-Kitaptaki işçi görüşmeleri bunu açıkça göstermektedir.

-Manevi otorite maaş verilirken, ceza verilirken hissettirilir; işyerindeki denetim bu yolla sağlanmış olur.

-İşçi Tanrı’ya karşı sorumluluğuyla patrona karşı sorumluluğunu birleştiriyor.
-İşten çıkarmalar ahlakla gerekçelendiriliyor. Ahlakın normları elbette ki tartışmalı oluyor. İşten atılmalarda “nankörlük” kavramı öne çıkıyor.

-Bayram şekeri örneği… İşçiye daha kalitesiz şeker dağıtıyor patron, iyi şekeri kendine saklıyor, büroda onu ikram ediyor. Bir işçi de onu görünce canı sıkılıyor tabi. Patron bunu “O kadar farkımız olsun artık!” diyerek izah ediyor. İşçinin yakınlarının cenazesine, bayramına gidiyor, bu yolla manevi otoriteyi sağlıyor ancak biçimsel olarak Allah karşısında aynı hizada duracağı için Cumaları ayrı camide kılıyor. Böylece sembolik otoriteyi sarsmak istemiyor.

 

3. Bölüm: Esnekleşme ve Enformel İlişki Ağları: “Gülümseyen Sömürü”

 

Kültürel Hegemonya, aynı inanç ve idealleri taşıdığı iddia edilen tarafların hegemonik ilişkileridir. Sosyal ilişkilerin manipülasyonu yoluyla sağlanıyor.

-İşçiler genellikle aracılar sayesinde giriyor işe, dolayısıyla bir aile otoritesi işe taşınmış oluyor. Formel ilişki yerini enformel ilişkilere terk ediyor. Sendika sözleşmesi yok, ücret garantisi yok, güvenceli çalıştırma yok.

 

Esnekleşme

-İşçiyi ustalığına bakmadan orada oraya götürüyor; bir statüsü yok, her yerde kullanıyor işçiyi, birimden birime kaydırıyor, zamanını ve enerjisini sonuna kadar tüketiyor patron. 

Fonksiyonel esneklik: İşlevsel esneklik. Emek gücünün çok yönlü kullanımını, hatta emekçinin zihinsel faaliyetlerinin ve yaratıcılığının tümüyle sömürüye açık hale getirilmesidir.

Sosyal esneklik: İşten çıkarma, alma. Çalışma süresinde, işten çıkarma ve almada, ücretlerde her türlü esneklik…

-Bunların tamamı Konya’da var, köle gibi çalışması isteniyor. Her işi; çöpçülük, temizlik yaptırıyor.

-12 Eylülün neoliberal politikaları işçi sınıfını ezdi. Bu politikalar artı değer girişini artırıyor.

-Özal, “bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayar” olan bir gençlik istiyordu. Son neoliberal başbakan Erdoğan’ın burada bilgisayarı tamamen fetişleştirdiğini görüyoruz.

-“Özal, milliyetçi muhafazakârlığı modernize etmiştir.” diyordu Tanıl Bora.

-Kriz üzerine iktidar olunca AKP dönüşüm yasalarını hemen geçirdi.

-İş hukukunun sözleşmecilik esasına oturtulduğunu görüyoruz. Bu çerçevede 4857 sayılı iş kanunu önemlidir.

 

Enformel güvence

-Konya’da tanıdıkların yanında çalışanlar istenmedik durumlarla karşılaşsalar da bu yolu güvenli buluyorlar. Bu en başta kötü bir şey değildir ancak sözleşme olmayınca problem oluşturabiliyor.

-Allah da zaten Kur’an’da “yazın” diyor. Sonuçta emeğini satıyor işçi ve bir güvence olmalı. Enformel güvencede sözleşme yok, aracılar “aman beni mahcup etme, yüzümü kara çıkarma” diye tembihliyor, işe girmesine aracılık ettiği kişiyi. Bu durum da işçiyi sömürüye açıyor tabi.

-Esnek istihdam işçileri enformel ilişkilere mahkum ediyor.

-İş yaşamı iş dışı yaşamdan, çalışma ilişkileri genel sosyal ilişkilerden ve en önemlisi emek kontrolü gündelik hayatın kontrolünden bağımsız değildir.

-Enformel ilişkiler karşılıklı tavizlerin, uzlaşmaların, riayetin, baskının ve rızanın gerçekleşmesine aracılık ediyor.

-Piyasanın acımasızlığı, işverenin koruyuculuğuyla karşılandıkça hegemonik ilişki sağlamlaşır.(Aslında bu durum yeni kamu işletmeciliği, 4/C esnekliği, sözleşmeli personel uygulamasını her tarafa yayarak resmi bir boyut da kazanmıştır ve kazanmaktadır.)

-İşverene yakın olan, müdürle arayı iyi tutan, yandaş sendikada yer alanlar enformel ilişkiden yararlı çıkarlar. Adalet kaybolur, muhalif olanlar ezilir ya da sömürülür. Bu durumda Allah’ın Kur’an’da bildirdiği “bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe götürmesin” hükmü yok sayılır.

-Sorunlar yüz yüze ya da aracılarla çözülür. Yazılı hukuk, sendika güvencesi yok: esneklik işte budur.

-Patronun “sigortaları ödeyemiyorum, biraz daha fedakârlık yaparsak işler düzelecek” gibi manipülasyonları işçileri iş yeriyle “kader birliği” duygusuna götürüyor. (Resmi ideolojide de durum budur.) Halbuki kader birliği, eğer işveren de zorlanıyorsa, mücadele ve direnişte olmalıdır.

-Kayıtlı olanı ihmal etmeden aslında enformel ilişkilerden özellikle İslami hareket yararlanabilir: karşılıklı paylaşmalar ve direnişi kavrayıp örgütlemede. Başa kakma olarak değil de (güzel bir söz, peşinden incitmenin geldiği bir yardımdan hayırlıdır, ayetini hatırlayalım) birlikte direnecek hazır potansiyel ihmal edilmemelidir. Yardım ettikleri insanların hayat tarzlarına müdahale ediyorlar.” Bu fena değil ancak, yukarıda söylediğimiz gibi bununla ne yapıldığı önemli.

 

4. Bölüm:

Kültürel hegemonyanın sınırları: Hassas riayet

-Kollektivizmin dışlanması: Sendikalı olmak göreneksel çerçevenin dışında tutulmaktadır.

-Görüşme yapılan işçilerde “sendika kötü bir şeydir” düşüncesi hâkim. Tabi, bunu anlıyoruz. Sendikal mücadelenin terörize edildiği bir ülkede işçiler sendikalı olmaktan korkuyorlar. TEKEL eylemleriyle ilgili olarak kanaat bildiren işçi ve işverenlerin tamamı bu eyleme karşı olduklarını belirtiyorlar. Hatta terörist bir eylemlilik olarak değerlendirenler de var.

-Bu görüşlerden işçi sınıfının yaşadığı zihinsel sefaleti açıkta ortaya koyduğunu görüyoruz. “Endoktrinasyon” sürecinden geçirilen işçilere önce ezildiklerinin yeni bir pedagoji ile öğretilmesi gerekiyor. Burada Paulo Freire’in “Ezilenlerin Pedagojisi” kitabını hatırlamadan geçemeyeceğiz.

-İktidar bloğunun meşruiyet çerçevesine sırtını dönmek, sosyal tüm bağlara sırtını dönmek anlamına gelebilir.

-İşverenin lisanını konuşamayan işçi enformel güvenceye kavuşamaz. Sendikal hareketlerin zayıf olduğu bir vasatta enformel bir güvence aranıyor. Kamudaki işler de enformel ilişkilerle olmuyor mu? O yüzden Kur’an önemli hükümler getiriyor: “Yazın” diyor. Bir topluluğa kin de duysanız adil olun diyor. Şûrayı ihmal etmeyin diyor.

-Ortak dünya görüşü dindar muhafazakârlığa bağlı olarak burada hegemonik kültür kutsal bir meşruiyete kavuşur.

-Eşitsizliklere uhrevi yorum yapılıyor. Patronun zenginlikle kendisinin fakirlikle imtihan edildiğini söylüyor işçiler görüşme notlarında. Bu notlarda Emevî kader anlayışı kendini açıkça göstermektedir.

-İşçi sınıfının dinsel kavrayışın verili eşitsizlikleri temelinde kültürel hegemonyaya başlıca referanslar şöyle öne çıkıyor: 1-Sabır, 2-Sınav, 3-Şükür, 4-Tevekkül, 5-Kader.

-Buna göre: Dünya sınavdır, eşitsizlikler içselleştirilmelidir, zor çalışma koşullarına sabredilmelidir, az kazanca şükredilmelidir, riskli koşullarda tevekkül şarttır; ne olursa olsun kadere razı olunmalıdır. Bunlar tiyatral manipülasyonlarla pekişerek işçi sınıfı kontrol altında tutulmaktadır. Hâlbuki tarihsel süreç içerisinde anlamları bulandırılan bu kavramlar direnişte ısrar temelinde anlaşılmalıydı. Kader anlayışı Kur’an’ın anlattığı şekliyle kavranılmalıydı ancak trajik bir şekilde dini kavramlar teslimiyetin zihinsel altyapısını oluşturdu. O zaman bu kavramların asli içerikleri ezilenlere yeni bir direniş pedagojisi ile birlikte verilmelidir.

 

Taviz verme sınırları:

-Çoğu kez işçiler hesaplaşmayı ahirete bırakıyorlar. Kurtuluş fikri mevcut durumda pek hayal edilmiyor.

-Dini referanslarla işçiler üzerinde hegemonya kurmanın kefareti olarak 15-20 dakikalık namaz izinleri var. Ancak bu namaz izinleri zamanla patronların hoşuna gitmiyor. Görüşme notlarında işverenler bazı işçilerin namaz kılmayıp sigara içtiğinden, bazılarının namazı, abdesti uzattığından şikâyet ediyor.

-Bu ihtilaflar kültürel hegemonyanın çelişkilerini açığa çıkarır. Esaslı kopuşlar yerine “çatışmalı itaat” ortaya çıkarır.

-Bununla beraber herhangi bir şekilde basit görünen bir tiyatronun çöküşü, işçiye çalıştığı koşulları hatta üretim araçları karşısındaki konumunu hatırlatması bakımından hayati sonuçlara neden olabilir.

 

Hegemonik kültürden kopma eşiği:

-Patron, Yahudi iş adamlarını dürüstlükleri nedeniyle takdir ediyor, işçiler ise Yahudi patron yanında çalışmayı reddediyor. Hiç kimse faiz almıyor ancak herkes faiz ödediğini söylüyor. Ülkede yaşanan zorlukların İslami kesime de böyle bir yansıması var ancak bu saygınlıkları zedeliyor.

-Bütün bu dini endişeler ortak bir payda oluşturup kültürel hegemonyanın devamını sağlasa da çelişkileri ortaya çıkaran tecrübeler de kendini göstermektedir.

-İşçiler, başlarına bir felaket, olumsuzluk gelmeden tavır almıyor.

-Yaşanan acı tecrübeler tiyatroyu yıkmaktadır. Patronların emek kontrolünü sağladıkları her türlü manipülatif tiyatrallikler acı tecrübeler sonucu anlamını yitirir ve işçiler aslında ne zamandır yaşadıkları sömürü gerçeğiyle karşı karşıya kalırlar.

-İş kazaları gibi haksız uygulamalar sonucu açılan davalar işçi taleplerinin “hegemonyanın lisanını” aşmasını sağlıyor. Aslında bir nevi kendine güven duygusu gelişiyor bu gibi durumlarda.

-Enformel güvencenin sigorta primi ödenmediği, maaşların aksatıldığı, iş kazalarının yaşandığı durumlarda yıkıldığını görüyoruz. Ancak bu durum kişisel deneyim dışında gerçekleşmiyor. Aynı tecrübeleri her daim yaşamaya gerek var mı? Sendikal hareketler güçlense, büyük oranda bu deneyimler tekrarlanmayacak. Puro kokan ofislerle atölyeler tezatlığı kendini hemen belli ediveriyor. İşte devrimci mücadeleyi tetikleyecek çelişki!

 

5.Bölüm

Büyülü gerçeklik: Filler ve Ebabil kuşları:

Thompson alıntısı: İşçi sınıfının gözlem ve tecrübeler sonucu oluştuğunu söylüyor. Tecrübeler somutlaştırıyor; o zaman her şeyi fark ediyorlar.

-“Mevcut bilinç formlarının devrimcileşmesi” Bu çok önemli bir tespit. Mevcut hayattaki ilişkilerin ters yüz olması an meselesidir.

Karşı manipülasyonlar

-İşverenler, işçilerin tehditleri karşısında sıkıntı yaşıyorlar. İşçilerin kendi aralarında sorunlarını konuşmalarını dedikodu, gaz verme olarak yorumluyorlar. İşten atılan işçiler patronların arabalarının farlarını kırıyor, telefonla rahatsız ediyorlar.

-Patronlar, eleştiriye tahammül edemiyorlar. İşçiyi sürekli yoğurmak gerekir, diye konuşuyor görüşmelerde bir patron. (Yani köleliği zihinselleştireceksin!)

-İşveren karşıt hareketleri yok edecek manipülasyonlar yapar. (Firavunun kavmini ahmaklaştırması gibi) Sonunda problemleri ifade edenleri işten atar. Problemleri ifade eden Resullerin şehirlerden kovulmaları ya da kovma tehdidinde bulunulmaları gibi.

-İşçiler yer yer gizli senaryolarla karşı hareketler üretebiliyorlar.

-Toplumsal bütün alanlarda işçiler ortak meselelerini tartışıyorlar. Ama bunlar alternatif dünyaları olmadığından sistemli hale gelememektedir. Burada da “ezilenlerin pedagojisi” devreye girmelidir.

-Yeni bir dil geliştirilmeli hegemonya dili içinde kalmamalı. “Korkak aslan” yerine “aslan” değil; aslana karşı bir mücadele örgütlenmeli. Paulo Freire’in “ezenlerin de insanlaştırılacağı” bir mücadele süreci önerisi burada hatırlanmalıdır ya da Musa’yı Rabbimizin “belki öğüt alır” diye Firavun’a göndermesi gibi.

-Bazı tavizler olabilir. Emekçiler bir bilinç düzeyine varamazsa hâkim ideolojilerin, anlayışların sınırlarında kalırsa muhafazakârlık kefenine sarılı kalacaktır.

-TEKEL eylemleri, bazı sınıf oluşumları sürecinde muhafazakârlığın aşıldığını, hâkim paradigmanın ürettiği çelişkilerin çalışanlar tarafından fark edildiğini göstermiştir. Burada İsmet Özel’in “on beşinde bir arkadaş/ inancını savunurken yargıca/ anladı bulana durula akmakta olan şeyi” mısraları hatırlanmalıdır. Mücadele, bambaşka ve etkili bir öğretmendir.

“Mevcut bilinç uğraklarından birinin devrimcileşmesi”nin etkili olduğunu göstermiştir TEKEL eylemleri. Mesela halk olarak, İslamcılar olarak NATO kalkanını anlarsak mevcut muhafazakâr yapıyı çözer bu bilinci devrimcileştirerek egemen siyasete karşı bir muhalefet hattı örgütleyebiliriz.

-İşçilerle işverenler arasındaki dini referans farklılıkları; işverenler daha rasyonel, işçiler daha romantik temelde algılıyorlar.

-İşte bu durumda dini söylemlerin daha reel bir zeminde üretilmesi yeni ve etkili bir muhalefet dilinin oluşması bakımından gereklidir.

-İşçi yorumları işveren tarafından dışlanır. Bulundukları pozisyonların iki taraflı olarak tadilata ihtiyacı vardır. Ezenlerin de insanlaştırılacağı bir mücadele şarttır. Eyüp sabrının Ömer öfkesine dönüşmesi, an meselesidir. Ama böyle bir büyük dönüşüm, ideolojik ve örgütlü alt yapısı oluşturmazsa manipüle edilebilir. Örnek: Suriye, Tunus, Mısır, Libya devrimleri…

 

SONUÇ: 

Kültürel hegemonya üç temel karaktere sahip Konya’da:

1-Dindar-muhafazakarlık temelinde sağlanan ütopik uzlaşma birlikte bir gelecek kuracaklar.(!)

2-Enformel ilişki ağlarının çalışma hayatının sosyal çerçevesini kuşatmasıdır. (1980 sonraki süreç, yasal güvence yok imam nikâhı var!)

3-Kültürel hegemonyanın meşruiyet çerçevesinin aşılamaması… Rızanın yeniden üretimi için tiyatro ve tavizler, işverenlerin bu meşruiyet çerçevesine sadık olduğunu kanıtlamak ister. Namaz izinleri, beraber cenazeye gitmek, 4+4+4 gibi… Bu sayede göreneksel çerçeve bireysel taleplere kısmen imkân tanırken sınıfsal talepleri dışlar. Her ne kaparsa… Hegemonik kültür, işveren tiyatrolarının başarısızlığında işçi itirazları sırasında işverenin uyacağı, uymak zorunda kaldığı karşılıklılığı barındırır ki aslında bu İslami bir dille siyaset yapanların avantajına bir durumdur. Esaslı bir dil tabi…

-Adana organizede yapılan bir çalışmada “dini kimlik”in işçi sınıfı kimliğinin önüne geçtiği görülmektedir. Konya’da da böyledir. Bu durum bizim tezlerimizi güçlendiriyor aslında, din dili önemli bir adalet motivasyonu olabilir ama lâyıkıyla işlenmelidir.

-Kültürel hegemonyanın her türlü otoritesine karşı sınıfsal çıkarların uzlaşmaz karşıtlığı varlığını korumakta ve mevcut eşitsiz ilişkilerin faniliğini haykırmaktadır.

-İşçi sınıfına alternatif tahayyüller çıkabilir. Ne de olsa insan henüz keşfedilmesi gereken bir şeydir.

-Enformellik, kültürel hegemonya yoluyla emek kontrolünü sağlıyor. Aslında işçiler, emekçiler, ezilenler arasında bir “isyan temayülü” var. Ancak bu nasıl olacak sorusuyla yakından alâkalı bir durumdur!

-İslamcılık mevcut durumu isabetli bir şekilde kavrayabilse etkili bir politika, muhalefet üretebilir ancak bunu üretebilecek gözlem gücünden ve entelektüel derinlikten uzak, angaje siyasallıklar içinde yürüdüğünden şu anda bu beklentiden genel anlamda uzaktır. Sendikal mücadelenin her gün saldırı altında olduğu günümüz dünyasında bu ezilme pozisyonu işçileri, emekçileri ve bir bütün halinde geniş kitleleri etkilemeye devam edecektir. “Ezilenlerin Pedagojisi” derli toplu bir çalışma olarak önerilebilir. Resullerin mücadelesi, bu mücadelelerin toplumsal karşılıkları bu doğrultuda okunursa ufuk açıcı olabilir.

 

Haber: Mustafa Özeke

Etiket(ler): , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın