En Radikal Eleştiri | Oğuz Adanır

 

Ümit Aktaş Birikim‘de sol ilahiyat tartışmasına dahil olduğunda Marksizm’in üretim kavramını tartışmak gerektiğini belirtmişti. Marks’ın sınıfsal  yaklaşımlarını sorgulayan isimlerden biri de  Jean Baudrillard. Onun üzerine çalışmalare yapan ve kimi önemli metinlerini  çeviren  Oğuz Adanır’ın bir söyleşide ifade ettiği aşağıdaki satırlar oldukça önemli.

(…)

“Simülasyon kavramına gelince, Baudrillard’ın yaptığı açıklamaya bakacak olursak, olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Bu terim, genelde teknolojik alanlarda kullanılıyor. Simülasyon teknolojileri, simülakrlar gibi. Bunlar teknik anlamlarda karşılıkları olan kavramlarken, Baudrillard bunları bir anlamda soyutluyor -bu soyutlama tabii ki göreceli bir soyutlama- ve bu kavramları toplumsal sisteme uyguluyor. Bu kavramdan yola çıkarak bakacak olursak, bugün Batı toplumlarının toplumsal, kültürel, ekonomik düzenlerinin var gibi görünen yokluklar olduğu, bunların birer simülakra dönüşmüş olduğu söylenebilir. Yani gördüğümüz şeye inanmamamız gerekiyor. Yine bu kuram bize bugün Batı’nın gelişmiş, çağdaş gibi görünmesine karşılık gerideki düzenin ölü bir düzen olduğunu, değişmeme kuralı üzerine oturtulmuş olduğunu ve hareketin yapay, toplumu ilerletici anlamda bir hareket olmadığını göstermeye çalışmaktadır.

Baudrillard’ın bu eleştirisinin, bugün, gerek burjuva, gerekse Marksist sisteme yönelik en radikal sistem eleştirisi olduğunu söyleyebiliriz. Diğer yandan, sistem tarafından Baudrillard’a bugüne kadar doğru dürüst bir yanıt getirilebilmiş değildir. Sadece dışlanıyor. Bunun dışında kendisine yanıt verilmeye yanaşılmıyor. Bu yüzden Baudrillard’ın popülerleşmesi toplumlar tarafından iyice benimsenmesi için bence yirmi – yirmi beş yıl beklemek gerekecek. Tabii simülasyon kuramı için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Özellikle de bizim gibi simülasyon evreninde yaşamayan toplumların bu evreni kavrayabilmeleri oldukça güçtür. Özne-nesne ilişkisine gelince, ben bu terimleri Baudrillard’dan ödünç almış bulunmaktayım. Onun gerek Sessiz Yığınların Gölgesinde, gerekse Foucault’yu Unutmak gibi metinlerindeki açıklamalarına baktığımda bu konuda çok güzel örneklerle karşılaştım. Ona göre dünyada sınıf kavramına denk düşebilecek tek yapılanma belli ölçülerde Avrupa’da oldu O da tüm tarih boyunca değil. Belli bir dönem burjuva denilen sınıfla ortaya çıktı ve orada kaldı. Toplumsal yapıları sınıfsal açıdan değerlendirdiğimiz takdirde, yanıt verilemeyen bir çok şeyle karşılaşılıyor. Örneğin insanlığın gelişmesine, bugüne kadarki serüvenine baktığımızda, eğer bir sınıf, diğer sınıfı hep egemenliği altında tutmuşsa, bu oyun kuralında hiçbir değişiklik olmamışsa, bu insanlık demokrasiye doğru nasıl tırmanmıştır? Gelişme nasıl gerçekleşmiştir? Yani egemenler, diğerlerine neden müsaade etsinler ki?(…) Demek ki sabit ve statükocu bir yaklaşımla insanlığın (….) gelişmesini açıklayabilmek mümkün değil. Sınıflaşma denilen şey, belli bir süre, belli bir yerde olabilir. Ama asıl olay, özne ve nesne denilen, kral ve topluluk, politikacı ve seçmenler vs. arasındaki özne ve nesne oyunu şeklinde gerçekleşir. Toplumlar kendilerine yarayacak liderlerin egemenliğine, onların istediklerini yaptıkları sürece, istediklerini hayata geçirdikleri sürece müsaade ederler. Toplumun genel talepleri doğrultusunda bir gelişme olmadığında, tarihte inanılmaz sayıda çok lider, kral kafasının kesilmiş olduğu görülmektedir. Dolayısıyla toplumlar sınıfsal anlamda değil, özne-nesne bağlamında bir takım mücadelelere girişiyorlar. Bu mücadeleler esnasında nesne dediğimiz kitle çok çeşitli yapılanmalar gösterebiliyor. Örneğin A nesnesi B nesnesiyle bir konuda uzlaşırken, başka bir konuda da C ya da D nesnesiyle anlaşabilmektedir. Ya da A B C nesnelerinin anlaştıkları bir konuda , D dışarıda kalabilmektedir. Bütün tarih boyunca bu tür yapılanmalar üzerine oturan bir politik oyun sürecine tanık olunmaktadır. Bu oyun tarihsel ve toplumsal boyutta günümüze kadar süregelmiştir.

Kaynak: (Cumhuriyet Kitap, 15 Mart 2001)

Etiket(ler): , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın