Dergi, sendika, dernek, web siteleri, öğretmenlik, yazarlık ve şairlik derken birçok mecrada emek sarf ediyorsunuz. Bütün bunları birbirine bağlayan dinamizm nasıl mümkün oluyor?
– Bütün bu çabalar -inşallah sadra şifa oluyordur- esasen birbiriyle alabildiğine bağlantılı. Herhangi bir başlık ya da kurum altında diyelim, verdiğiniz emek başka bir sahayı da beraberinde yeşertebiliyor, oradaki çalışmaları tetikleyip muhatapları harekete geçirebiliyor. İslami bir hareket dolayımında kurguladığımız için belirttiğiniz bütün o sahaları zaten yapıları gereği birbirleriyle bağlantılı bir bütünü karşılamış oluyorlar. Bu çerçevede biraz da kendiliğinden ilerleyen, akan bir nehir diyelim bu toplama.
Öykü ağırlıklı olmak üzere şiir, makale, anı gibi birçok türde yazıyorsunuz. Türkiye ve dünya ölçeğinde hangi düşünür, yazar ve şairler sizi ne yönde etkiledi?
– Hiçbir zaman bu tür sorulara net bir cevap veremedim. Aslında az önceki sorunuza cevap verirken vurgulamaya çalıştığım bağlantılılığa tekrar dikkat çekmeliyim. Farklı türlerle ilgimdeki motivasyon da bu doğrultuda izah edilebilir diye düşünüyorum. Bu çerçeveyi besleyen çok sayıda yazar, şair, mütefekkir var elbette. Hepsinin ayrı bir tesiri, emeği vardır üzerimizde; biz farkında olalım ya da olmayalım, önemli değil. Tevhidî hakikatin bireysel ve toplumsal düzlemde ortaya çıkma sürecini, akışını besleyen her çaba ile kesişmek bizi biraz daha inşa eden bir nasip olmuştur diyebilirim. Edebiyatın bu imani-ideolojik zemindeki karşılığı insana, hayata dokunabilme imkânları sağlaması bakımından gerçekten bambaşka. Nasip olursa oradan da ilerlemeye devam edeceğiz.
Birçok öykü ve şiirinizde insanlar zulme karşı caddelere, meydanlara açılıyor. Öyküye yüklediğiniz misyon nedir? Kendinizi Türkiye öykücülüğünde nerede konumlandırıyorsunuz?
– Kıymetli tespitinizde de vurguladığınız gibi edebiyatımızın temel gayesi meydan ve caddelere yürümektir, kapıları oraya doğru açmaktır. Bizim, becerebildiğimiz ölçüde, sanatsal uğraşımızdaki gaye “direnen edebiyat” mottosuyla vurgulamaya da çalıştığımız gibi bir direniş edebiyatı inşa etmektir. Bu anlamda özellikle İslami çizgide zayıf bir damarı temsil ettiğimizi düşünüyorum. Öykülerimin istikameti de, âcizane, o zayıf damarlara doğrudur. Orayı tahkim etmemiz gerekiyor. Öykünün, şiirin, diğer çabaların Allah ve ezilen halklar katında kıymet kazanması buna bağlıdır. Dolayısıyla tarihsel bir misyonla sorumlu olduğumuzu düşünüyorum.
Bir öykünüzde “Yoksa lisenin çardağında elli yıllık sarmaşığın iç içe dalları mı: içimize kıvrılan geçmiş.”[1] diyorsunuz. Toplulukların peşinden coşkuyla gittiği büyük anlatılar cazibesini yitirince sorumluluktan, adanmışlıktan ve aidiyetle gelen sınırlardan kurtulduk. İçimize kıvrılan geçmişi bastırıyoruz ya da görmezlikten geliyoruz. Hâl böyleyken yeni anlatılar mı üretmeli yoksa varolan büyük anlatıyla bağımızı yeniden mi kurmalıyız?
– Burası hakikate esastan değen bir nokta… Büyük anlatıların ölümünü ilan edenlerin psikolojisini, hayal kırıklıklarını ya da kötü niyetlerini anlayabilirim ama bizim o arzuya teslim olmamız elbette düşünülemez. Dünya hayatının kandırmacalarına, iğvasına teslim olmak müslüman için mevzubahis olamayacak bir çaresizliği, zayıflığı işaret eder. Anlatılar onarılabilir, tahrip edilen bölümler elden geçirilebilir ya da hakikate mugayir parçalar sökülüp atılabilir ama tevhidin şirk ve zulüm karşısındaki ıslah edici tavrına yabancılaşılamaz. Bizim yerimiz o cephedir. Bu cephe bilinci olmadıkça yaşamlar anlamsızlık batağına saplanacaktır maalesef.
[1] Ahmet Örs, Ferhat’ın Şemsiyeleri, s. 12. Tasfiye Kitaplığı