Vahiy ve Sanat Üzerine Metin Önal Mengüşoğlu İle Mülâkât I Abdurrahman Çeliker

Vahiy ve Sanat hangi endişeler temelinde yazıldı, nasıl bir ihtiyacın ürünü olarak doğdu yada kısaca kitabın serüveni?
Kitabın serüveni benim sanat serüvenimle yaşıttır. Benim sanat ilgimin başladığı kırk yıllık bir zamana dayanıyor. Ortaokullu yıllarda şiir ve sanat ilgim oluşmaya başladı. Ancak o dönemlerde vahye müstenit bir Müslümanlığı öğrendikçe mevcut ve hazır bilgilerle, insanlarla aram açılıyordu. Bu yüzden şiirlerimi hep İslami bir kaygıyla yazmaya çalışıyordum. Vahiyle irtibatımın yoğun olduğu günlerde Şuara suresinde şairlerin yerildiği düşüncesine inandığım halde sanki çekinerek şiir yazmaya çalışıyordum. İlk şiir kitabım “Ben Asyalı Bir Ozan”ın isminde de bilerek “Ozan” kelimesini kullandım. Ancak Ozan demekle bir günahtan kurtulamayacağımı anladığım ve yeniden vahiy ve sanat ilişkisini araştırmaya başladım. Yani vahyin sanata nasıl baktığını, bu konuda neler söylediğini incelemedim ve gördüm ki vahiy sanatı men etmek yerine insanlara yapmaları için müthiş bir çağrıda bulunuyor. Yerilen şairlerin kimler olduğunu görmeye başladım. Hakkı söyleyen hakka çağıran şairlerin veya sanatın övüldüğünü gördüm. Savaşlarda şairlerin savaşçıları cesaretlendirmeleri için onlardan önce cepheye gönderildiğini öğrendim. Ancak yine de o zamana kadar çok korktuğum bir konuydu bu benim için.

Sanatın, insanları ve toplumları bilgilendirme, yönlendirme konusundaki bağlamından uzaklaşmaya başladığı ve sadece estetik kaygıların temel alındığı bir düzleme doğru çekildiğini gördüğünüz için mi şimdi yayınlama ihtiyacı hissettiniz.?
Elbette. Kur’an’ın anlattığı sanatla bu güne kadar bizlere anlatılan ve şimdilerde “Neoepik sanat” adı altında yapılan sanat arasında dağlar kadar fark var. Beni öncelikle İslami kesimin sanatı nasıl anladığı ilgilendiriyor. Ben bizim mahallemizde yapılan, icra edilmeye çalışılan sanatın vahiyle irtibatlı olmadığını gördüğüm için şimdi yayınlama ihtiyacı hissettim. Yazılan şiirlere bakarsanız ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. İnsanları vahiyden uzaklaştırıcı ne kadar abuk-sabuk şey varsa sanat, edebiyat adı altına toplanmaya başladı. Bunların anlaşılması gerekiyordu.
Biz şimdiye kadar vahiyle irtibatlı bir sanat anlayışına sahip değildik. Türkçe konuşan, Türkçe yazan insanların geleneksel edebiyatı vahye müstenit bir edebiyat değil. Doğrusu vahye müstenit bir düşünceniz yoksa yine vahye dayalı bir edebiyatınız da olmaz. Zira sanat, tefekkürden ayrı düşünülemez. Ancak batıcı septik anlayış hayatı böldüğü için insanlar sanatın düşünceden ayrı olduğu görüşü doğrultusunda sanat yapmaya başladı. Bu anlayışla şiir yazarsanız, sanatla uğraşırsanız elbette lüzumsuz şeyler çıkar ortaya. Yani yaptığınız sanat düşüncenizden bağımsız olamaz eğer olursa çift yönlü bir insan olursunuz ve insanlığınız zedelenir. Ayrıca bu tutum münafıkça bir tutumdur bu tüyler ürpertici bir olay. Münafık; Kalbi ikili olan, sözü özü bir olmayan insandır. Ne gariptir ki münafıklık geleneğe işledi, genlere işlemeye başladı.
Bu bağlamda niçin sanat?
İnsan olarak Rabbin beni yaratırken üflediği ruhundan üflemesi sonucu bende var olan özelliklerin hangi eğilimlere hangi kabiliyetlere dönüştüğünü gözlemledim. Tüm bu eğilimlerin, kabiliyetlerin bende bu kabiliyetleri var edenin rızası doğrultusunda faaliyete geçmesi gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde kendimle, ruhumla tezada düşerim. Varlığımla, doğuştanlığımla uyum sağlayamam o zamanda gönlüm rahat olmaz. Halbuki benim mesut olmam gerekir bu da ancak içimin ve dışımın, yüreğimle aklımın bir olmasıyla mümkündür. Benim içimde Allah’ın ruhundan üflenerek var edilmiş potansiyel bir güç var işte benim elimin emeğinin bununla barışık yaşaması gerekir. Bunu bütün insanlığa teklif ediyorum onların mutluluğu için, ruhlarına üflenmiş keramet ile ellerinin emeğinin izdivaç etmesi gerekir. Vehbi olanla kesbi olanın izdivacından doğan şey hikmettir. Ben bütün insanlığa sesleniyorum “hikmetli olmaya var mısınız?” Tarih filozoflarla dolu, peki filozoflar neyin peşindeydi? Hikmetin. Bulanlar var. Mesela Pascal ne diyor; “Filozofların değil peygamberlerin gösterdiği, öğrettiği Allah’ı tanıyın.” Bunu neden söylüyor, çünkü hikmeti ömrünün sonunda da olsa orada buluyor.
Bir şey daha çok önemli eğer bunlar anlaşılırsa sanatın ne için olması gerektiğinin cevabı da kendisini ele verecektir.
Sanat, mektep, medrese ile öğrenilen bir şey değildir, yani eğitimi olan bir şey değildir. Sanat ancak insanların fıtratında var olan o ruhdan (üflenen ruhun) kaynaklanan potansiyel bir kabiliyettir. Yalnız burada şunu açıklamak gereği hissediyorum, okuyanların yanlış bilgilenmemesi için. Ben Allah’ın ruhundan insanlara üflenmesi derken geleneksel din algısı içerisinde var olan hurafi bilgileri kastetmiyorum. Allah’ın ruhundan üflemesi insanlara verdiği kabiliyetler, özelliklerdir. Mesela Allah yoktan var eder, insanda yaratabilir ancak bu yoktan değil mevcut olanı değiştirme, kopyalama şeklindedir. İnsana bahşedilen irade, idrak, sevme, vs. bunların hepsi işte o ruhun üflenmesi olayıdır. Yani o ruhların toplanması gibi mitleştirilen geleneksel bilgiye dayalı bir üflemeden bahsetmiyorum. Vahiy üflemenin konuşma şeklidir. Dolayısıyla bu bir tür vahyediş şeklidir. Allah’ın onda bir kudret yaratmasıdır. Yani Allah kendisinden bir parçayı kesip insana yapıştırmıyor.
İşte bu kabiliyetlerin ilimle ilgili boyutu eğitimle oluşuyor, ancak insan ruhunun, insan doğuştanlığının bir yönü de var ki mekteple, medreseyle, eğitimle elde edilmiyor, buna tarih boyunca irfan denilmiş. Bunun mektebi, medresesi olmaz bu Allah’ın verdiği kabiliyetlerin tezahürüdür. Peki sanat nasıl doğar? İnsanoğlu kendisini, yaratılışından gelen vahyi fısıltıyı, kısaca vahyi iyi dinlerse doğar, oluşur. Arefe kelimesinin anlamlarından bir tanesi “fıtrata yatkın olan şey” demek, marifet ise “fıtrata uygun olan şey” demektir. İnsan kendisine ve evrene üflenen vahyin sesini iyi dinlerse ikisinin de aynı kaynaktan geldiğini fark edecektir. Eğer bu sese yani vahye uyarsa, onunla hareket ederse feraset sahibi, marifet sahibi de olacaktır. Allah bütün insanlara elinin emeğini yaratma gücü vermiştir. Bu da zaten sanatın kendisidir, marifettir.
Kısaca evreni, hayatı, kendini iyi okuyan her insan –okur-yazar olması şart değil-sanatçıdır. Bu yüzden alaylı mektepli ayırımı olamaz, bunu birileri yapıyor ancak yanlış yapıyorlar, zira sanat birilerinin tekelinde değildir. Bu ayırımı yapanlar sanatı sanat için yapanlardır halbuki sanat her şey içindir, sanat hayat içindir, sanat insan içindir.
Allah ve insan dışında hiçbir mahluk sanat kudretiyle mücehhez değildir. Arı ve ipek böceğinin yaptıkları hayranlık verici bir sanattır ancak bu Allah’ın sanatıdır yani kendi iradeleri içerisinde oluşmuş bir şey değildir. Bu yüzden ancak Allah sanatkardır bir de cüz’i sanatkar olarak insan. İrade ve yaratma kabiliyeti her insana verildiğine göre onu ortaya çıkarabilen her insan sanatçı olabilir. Yani elinin emeğini yaratabilme gücü eğer sanatsa bunu ortaya çıkaran her insan sanatçıdır ve sanat ancak insan için, hayat için İslami bir çerçeveden bakarak Allah için olmalıdır.
Kimi sanat adamları uzunca bir süre sanatın hayattan, ideolojiden, tefekkürden kopuk, farklı vadilerde akan bir müessese olduğu iddiası içerisindeydiler. Ben bunun mümkün olmadığını iddia ediyorum. Aslına bakarsanız bu iddiada bulunanlar da kendilerine bu şekilde bir ideoloji ürettiler. Yazıktır ki bu söylemi ortaya atanlar bundan vazgeçerken bu ideoloji üzerinde hala ısrar eden bizim mahallemizde bir çok insan var. Düşüncelerinden, inançlarından, kültüründen, çevresindeki insanlardan bağımsız bir hissiyat alanı kurması mümkün değildir insanın.
Yapıp ettiğimiz bütün işleri güzel yapmak gibi bir algımız olmalı. Yürüyorsak güzel yürümeliyiz, anlatırken hikmetli davranmalıyız. İnsanları kendimize hayran bırakmalıyız. Kendimizi insanlara anlatmak için en uygun rengi, boyayı bulmalıyız. Bunlar sanatın birer şubesidir. Güzel konuşmak, şiir yazmak, resim yapmak bunların hepsi birer sanattır. O halde bizim bunları en güzel şekilde yapmalıyız. Allah’ın dinini insanlara en güzel nasıl anlatabiliriz bu kaygı ile sanat yapmalıyız. Mesela Necip Fazıl konuşurken insanları kendisine hayran bırakıyordu, ne konuştuğu hakkında yorum yapmıyorum ancak şurası bir gerçektir ki o konuşurken insanlar onu hayranlıkla dinlerlerdi. İşte bu bir konuşma sanatıdır. Dolayısıyla insanın öteki yanlarından bağımsız bir sanat kuramazsınız.
Sanatın “Müslümanlar” açısından özellikle son yıllarda bir çözülme alanı, vahiyden uzak kutsal bir alan olarak kabul görmesini neye bağlıyorsunuz? Ne yapılmalı?
Bence bu arkadaşlar vahyi tanımıyorlar. Vahyi, evreni ve kendilerini iyi tanımadıkları için sanatı bir meta olarak kullanmaya başladılar, ticari bir faaliyet alanı olarak tanımladılar. Eğer bu arkadaşların içerisinde vahyi bir kaygı olsaydı “havuçtan tanrılarla” uğraşmazlardı. Hem iyi yaşamıyorlar –vahiyden kopuk yaşıyorlar- hem de sanat adı altında zırvalıyorlar inancındayım. Bu arkadaşların din adına bildikleri şey İbn-i Arabi’den günümüze kadar tevarüs eden bir atalar dinidir. Bunu İslam zannetmeleridir.
Bunun dışında vahiyle irtibatlı olan yazarlarımız da var elbette, zaten onların yazdıklarına baktığınız zaman vahyi insanlara nasıl anlatabilirimin endişesini göreceksiniz. Bunu sanat değil ideolojik yazılar olarak görenler, görmek isteyenler hatta bu konuda olmadık düşünceler ortaya atanlara kesinlikle bir tavsiyem var ki oda hiç vakit geçirmeden yüzlerini vahye dönsünler, yeniden demiyorum çünkü vahyi tanımıyorlar.
Yani bu insanların yaptığı ne İslami bir sanat uğraşıdır ne de sanattır, ancak boş uğraş alanlarıdır. Yani kendileri için boş işlerle uğraşıyorlar. Size üzülerek bir örnek vermek istiyorum. Ben o arkadaşları doğrusu önemsiyordum ancak onlar kendilerini önemsemediler, vahyi önemsemediler ki çıkardıkları derginin son sayısında abuk-sabuk bir çok şey var. (İsmi bende saklı kalsın) Eğer İslami kesime nispet edilen dergilerin son sayılarına bakarsanız onu bulabilirsiniz ve bu konuda benim gibi düşüneceğinize inanıyorum. O kadar iğrenç ifadeler var ki ben onları ağzıma almaya Allah’tan korkarım. Ama bunlar şiir diye yayınlanabiliyor. Köken olarak İslami camiadan olduğunu söyleyen insanlar bunlar.
Bence bu bir çözülme değil, daha önce de söylediğim gibi bağlanmayan şey çözülmez. Vahye bağlanılmamıştı ki çözülelim. İslam dünyasında yüz yılardır bir kaynak sorunu var. İnsanlar vahyi değil başka şeyleri kendi dinleri için kaynak edindiler. Bu ırmak ta başka yerlere götürdü insanları doğal olarak. Irmak sizi bir yere kadar götürür ama durduktan sonra kurumaya, çürümeye başlarsınız. Bu bağlamda da sanat adına, İslam adına ucube şeyler, yaşantılar ortaya çıktı. Bence bu doğal bir süreçti ve bu yaşantıları, yapılan şeyleri çözülme gibi adlandırmak onları sanki daha önce vahiyle irtibatlıymış gibi göstermektir ki bunun yanlış olduğuna inanıyorum. Şimdi bakın İslam dünyasında yüz yılardır hiçbir şey yok. İslam dünyasının ruhu kurumuş. Bu dünyanın insanlarının şuurları zedelenmiş dolayısıyla yaralı bilinçler taşıyorlar. Böyle bir vakıayı yaşayan dünya sanat ta üretemez, siyasette üretemez.
Ne yapılmalıyız öyleyse? Önce insanları vahiyle irtibatlı hale getirmeliyiz, bunu da şiirimizle, öykümüzle, konuşmalarımızla, resmimizle, düşünce yazılarımızla yapabiliriz. İşte benim bu kitabı yazmamdaki amaç bundan başka bir şey değildir. Ancak ben gelecekten çok umutluyum. Tarihte hangi kırk yılda bu kadar bir olgunlaşma ve gelişme var. Bunları elbette göz ardı edemem. Düşünün ben kırk yıl önce sünnet dediğim zaman insanlar sadece erkek çocuklarının sünnet olmasını anlıyordu. Ben kırk yıl önce bu kitabı yazamazdım. Bu bir gelişmedir. Bunları önemsemeliyiz ama yanlışlarımızı vahiyle düzeltme çabası ve gayreti içerisinde olmalıyız.
Necip Fazıl diyordu ki; “Bu dava muhteşem bir buz dağı idi, biz nefeslerimizle bu buzu erittik ancak şimdi de ortalık çamurdan geçilmiyor” Ben durumumuzu buna benzetiyorum. Sanat adına yapılan vahiyden kopuk bu çalışmaları eteğimize yapışan çamur olarak görüyorum. Ancak bu çamur kuruyacak, bunu kurutmak için de üzerine projektör tutmalıyız. Türkiye’de İslamcıyım diyerek sanat yaptığını iddia eden insanların kendilerini neye nispet ettiklerini ortaya çıkardıkları ürünlerden anlayabiliriz. Ben bunların kendilerini vahye nispet ettiklerini göremiyorum. Geleneğin dışında nispet edilen hiçbir şey yok ortada çünkü. Gelenek denilen şey neydi. Gelenek Yunus Emre’ydi, Mevla’naydı, Ahmet Yesevi’ydi şimdilerde Hacı Bektaş, Pir Sultan Abdal (bir başka açıdan), Süleyman Bakırgani oldu. Geleneği kurcalayalım o halde. Bu saydığımız ve geleneği oluşturan kişiler vahye istinat bir edebiyat üretmemişlerdir. Ahmet Yesevi vahyi tanımıyor ki vahye müstenit bir edebiyat üretsin. Türklerin Müslüman oluş macerası topluluklar halindedir. Kitabi bir Müslümanlık macerası değil, dilden dile anlatılan ve bir çok hurafeyi içerisinde barındıran bir İslam anlayışıydı. Yunus Emre’nin, Mevlana’nın mısralarına bakın ateşperestlikten, suretperestliğe kadar her şey var. Bunun neresi vahye müstenit bir sanattır. Bu ancak heteredoks bir İslam anlayışıdır. Bunu kendine kaynak olarak alan bir insanın ortaya çıkardığı ürün ne kadar vahiyle irtibatlı olacaktır. Böyle bir geleneği olan edebiyattan ne hayır gelecek.
Bu güne kadar Türkiye’de İslamcı edebiyatı taşıyan, taşıyıp götürdüğünü iddia eden ekoller genelde geleneğe yaslanıyorlardı, gelenekte belirttiğim gibi bir görüntü arz ediyordu. Ancak ben bu kitapla şunu iddia ediyorum ki sanatın da kaynağı vahiydir. İşte kitaba bu yüzden vahiy ve sanat ismini verdim. Yanlış anlaşılmasın geleneği top yekun atalım demiyorum. Geleneğinde kendi içerisinde güzellikleri vardır. Ancak bunlar vahiyle çatıştığında tercihim vahiyden yana olmalıdır. Şayet bunu yapabilseydik daha iyi bir noktaya gelebilirdik. Bu güne kadar da yoktu, bizler bu alanlarda öncüleriz kendi nefsime demiyorum bu işi vahiyle birlikte yapan bütün Müslüman sanatçıları kast ediyorum. Bir sözü, bir işi daha güzel söylemek, yapmak varken kaba-saba yapmak sanat değildir. Vahyin bize verdiği derste budur. Şimdi İshak Paşa Sarayına bakın, insanın ağzının suyu akıyor neden gerçekten güzel bir eser bu güzellik içimizden geliyor.
İslam dünyasında tefekkür elden gidince her şeyi yitirmişiz. Ben bundan önceki kitabımda tefekkürü anlattım. Allah’ın insanı düşünmeye davet ettiğini. Bu bağlamda tefekkür olmayınca güzellikte olmuyor. Vahyi içselleştiren sanatda iyiye, güzele ve akletmeye bir çağrı vardır, olması gerekir. Mesela Mısır Piramitleri dünyanın en harika eserlerinden bir tanesidir. Doğru, bir sanat eseridir, ancak neye çağırıyor, neye davet ediyor. Zulme uğrayan binlerce insanın çığlıklarını duyuyorsunuz onlara bakınca. Halbuki vahyin davet ettiği sanat anlayışı zulmü ve zorbalığı yok etmeye davet eden bir sanat anlayışıdır. Bu bağlamda yaptığınız sanat insanları güzelliğe, adalete, düşünmeye davet etmeli, sıcaklık uyandıran bir çağrı yapmalı aynı zamanda. İşte Müslümanlar düşünmeyi şeyhlerine, hoca efendilerine devredince güzellikler yitip gitti. Geride sadece insanın insana kulluğu kaldı.
Teşekkür ederim.
(Tasfiye Dergisi -5)
Etiket(ler): , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın