Mümtaz’er Türköne, İslamcılık tartışmalarını “Doğum ile Ölüm Arasında İslamcılık” kitabıyla, kendi adına, sonlandırmak istemiş. Kapı Yayınları arasında çıkan kitap Kasım 2012 tarihli.
Türköne’nin biraz fazlaca “ben bilirim”ci tavrı kitap boyunca okumaya eşlik ediyor. İslamcılık alanında uzman olduğunu durup durup birçok yerde tekrarlaması, muhataplarını sık sık tahfif edici üslubu okuyuşu zorlaştırıyor.
Mümtaz’er Türköne, İslamcılık’ı öldürmüş. AKP’yi sorgusuzca İslamcı çizginin finali olarak görüyor ve o finali İslamcıların iktidarı olarak değerlendiriyor. İktidara gelen her ideoloji gibi de İslamcılığın öldüğünü ifade ediyor.
Türköne’nin İslamcılık bahsinde tercüme hareketlerine varan değerlendirmelerinde köksüzlük eleştirisi öne çıkıyor. İsmail Kara’ya yakın değerlendirmelerini Mısır’dan ithal müzik ve film furyası ile Kavalalı M. Ali Paşa’ya varan temellendirmelerle tahkim etmeye çalışıyor. Özelikle Seyyid Kutub’un kanaatlerini yargılayan Türköne’nin, İslam’ı dindarlık seviyesini aşmayan boyutlarla sevmeye çalışan tavrı dikkati çekiyor.
İslamcı aydınların önemli bir kısmının devletin meşruiyet sorununu aşmasında önemli bir işlev gördüğünü söyleyen Türköne’ye bu anlamda katılmamak imkânsız:
“AK Parti’nin devlet politikalarına istikamet veren bu kadrolar kimlerden oluşuyordu? Cevap: İslamcı entelektüeller. Gençlik yıllarını İslamcı olarak geçirmiş, siyasi kimliğini İslamcı olarak tanımlamış ve bu sıfatla temayüz etmiş aydın insanlar.” (s. 155)
“İslamcılığın büyük enerjisi ve birikimi yok olmadı. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bugün kullandığı meşruiyet kaynağına dönüştü. Devlet, derin bir meşruiyet krizi içindeydi. İslamcılar, devraldıkları iktidar hakkı karşılığında bu devasa meşruiyet açığını kapattılar. ” (s. 149)
Türköne’nin devletin bekasına sıklıkla vurgu yaparak bahsettiği İslamcıların geldikleri son aşamadan aldığı keyif açıkça görülebiliyor. Afgani hakkında spekülatif yorum ve değerlendirmeleri de aynı keyifle yaptığını söyleyebiliriz.
Yazarın Türkiye’nin bugünkü durumu hakkında yaptığı tartışmaya açık değerlendirmeler de ne yazık ki iktidardaki İslamcı kadrolara sonradan eklemlenen İslamcıların geçen hafta altına imza attıkları talihsiz metindeki vurgulara son derece yakın:
“Türkiye’nin önünde parlak bir gelecek var. Bu gelecek henüz ortaya çıkmadı; ancak o göz kamaştıran ışıkları ile yolumuzu aydınlatmaya başladı bile. Hepimize bir özgüven geldi.” (s. 160)
İddia ettiği yetkinliğini sık sık tekrar eden Türköne’nin şu değerlendirmesi İslamcı kadroların eseri olarak sunuluyor kitapta:
“Yoksulluk bu ülkenin kaderi idi. Değişti. (…) Güç, zenginlik, onur ve huzur bu asil millete ne kadar da yakışıyormuş?” (s. 160)
Mümtaz’er Türköne’nin gerçekleri ters yüz eden beyanları bir yana Türkiye’deki farklı İslamcılık damarlarına değinmeden biten 182 sayfalık kitabı, yazarının bütün “ben bilirim”ci iddialarının altında eziliyor.
Türkiye’de yaşanan dönüşümü nerdeyse tamamen içeriden değerlendiren, küresel gelişme ve dayatmaları okuyucunun gözünden kaçırmaya çalışan yaklaşımı yorumlarının tarafgirlik derecesini artırıyor.
Küresel ölçekte gerçekleşen neoliberal dönüşümden hiç bahsetmeyen, İslamcılığı getirip AKP ekseninde mahkum eden tavrı, yer yer önemli tespitler içeren kitabının daha çok temenni çerçevesinde kalmasına sebebiyet veriyor.
Türkiye’de başından günümüze kadar İslamcılık serüvenine bakarsak evet, hayal kırıklığıyla karşılaşıyoruz. Bugün birkaç ufak grup ve kişiler dışında gerçek İslamcılığı temsil eden, diri tutmaya çalışan maalesef yoktur. Lakin, İslamcı geçmişi olan AKP iktidarı ve kendini İslamcı veya Müslüman gören topluluğa bakarsak sözün özü şudur:
Kim İslamcılığa ve İslamcılara inanıyorsa bilsin ki onlar ölmüştür. Kim Allah’a inanıyorsa bilsin ki, Allah daim ve bâkidir!