Notos 23, Ağustos-Eylül 2010. |
Notos dergisinin 23.sayısındaki yazı ve öykü denemelerini okuyup dergiyi bir kenara koyduğunuzda, derginin bir bölümünün renkli olduğu ve 1.hamura basıldığı hatırda kalıyor sadece. Renkli reklamlar, renkli haberler ve yayınevi yöneticilerinin konuşturulduğu e-kitap soruşturması derginin hatırı sayılır bir bölümünü kaplıyor. Kalan kısımda, Oruç Aruoba’yla ve Oliver Rolin ile yapılmış iki uzun, Ayşegül Çelik, Ahmet Büke ve Suna Güler ile yapılmış üç kısa söyleşi, Enis Batur’un Bersay İletişim Enstitüsü’nün “çağrılısı” olarak katıldığı söyleşide kapalı kaldığını düşündüğü noktaları aydınlatmaya çalıştığı kısacık yazısı, Ufuk Karakurt’un çizgi romanlarla ilgili bir şeyler söyleyecek gibi yapan ama hiçbir şey söylemeyen metni, Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun hepsi İş Bankası yayınları tarafından basılan kitaplarından biri üzerine kaleme alınmış Nedret Öztokat Tanyolaç imzalı
bir değerlendirme, Dickens hakkında bir inceleme, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın Çocuk ve Allah kitabı üzerine bir tahlil ve Aylin Ünek’in “Okur olmak çok eğlencelidir.”, “Her bir hikâye ince ince matematiksel işlemlerle örülüdür.”, “Tanrı aşkına ey okur, yazar da bir insandır!..” gibi cümleleri de içinde barındıran, önce Mehmet Uzun’un Kürt Edebiyatına Giriş kitabından bahsedileceğini düşündüren fakat daha sonra edebiyatta otobiyografinin yerine ve nihayet Enwer Karahan’ın öyküleri ile ilgili kişisel izlenimlere geçilen “Kürt Edebiyatına Giriş ve Enwer Karahan” başlıklı iki sayfalık sayıklaması yer alıyor. Dergideki elle tutulur, esaslı tek yazı, ilk olarak 1969 yılında Yordam dergisinde yayınlanan Hüseyin Cevahir’in Dağlarca yazısı.
Hiçbir şey yok yani. Bir de, Semih Gümüş sunuş yazısında sızlanıyor, yayıncılık bitiyor, şöyle böyle diye… Notos‘a senede bir iki defa bakmak lazım, daha fazla değil. Tam bir sen, ben, bizim oğlan muhabbeti dönüyor burada. İyi basılan, kapalı devre bir taşra dergisi Notos. Kitap tanıtımlarına bakıldığında -Emrah Serbes’in hazırladığı bölümü saymazsak- geçtiğimiz iki ay içinde çıkan önemli hiçbir kitabı görememek şaşırtıcı olmuyor doğal olarak. Genelkurmay Karargâhı’nın akredite mantığıyla çalışıyor galiba Notos’un editoryası, belli yayınevleri dışında kimse yok gibi davranıyorlar. Timaş’ın bastığı biyografiler yok, Zafer yahut Hiç yok. Kamil Yıldız, Yılmaz Yılmaz, Ömer Faruk Dönmez gibi öykü kitapları ses getiren genç isimlerden hiçbiri anılmıyor. Art niyet aramamak lazım tabii, belki edebiyat ortamını pek takip etmiyorlardır!
William Saroyan, Raymond Carver ve Neil Gaiman’dan birer öykü çevirisi bulunuyor dergide. Yerli isimlerin yazdıkları öyküler de çeviri gibi duruyor. Roni Margulies’in öyküsü ayrıca can sıkıcı. Öykücülük açısından hiçbir problem yok, akıcı bir dil, şiirlerinde olduğu gibi hafif/hızlı bir söyleyiş, daha çok düz yazılarında gördüğümüz mizahi üslup, okuru içine çeken bir anlatı kurmasını sağlıyor, ama neticede anlattığı otel odasının banyosunda dergi okurken kendisini rahatsız eden karısını öldüren adamın hikâyesi, birikmiş anıların patlaması… Roni Margulies’in otel odalarına değil, halkın hayatına yönelen bir edebiyat anlayışına kavuşmasını diliyoruz.
Roniye niye kızalım ki? Belki halkın hayatıyla çok dertlendiği için(öyle değil mi sahi kendince) dinlenme ya da bazen bilenme imkanı olarak edebiyata dolayısıyla otel odasına sığınıyordur? Hayat her zaman toplumaal yaşanmaz.Bazen bireyseldir bazen bireysel-toplumsaldır..Ne dersiniz?
bireyselliğin kurgusal bir şey olduğuna inanıyorum, yani tedirgin edici bir kelime ama örgütlü yahut daha kulağımızın aşina olduğu şekliyle cemaat merkezli bir sosyalleşme değil de facebook sosyalleşmesidir bireysellik.. roni'ye kızma meselesine gelince.. şiirlerinde evet, kişisel deneyimlerinden kaynaklanmayan hiçbir şeye yer yok, ama öyküdeki durum daha farklı, kendisiyle çelişiyor yani. şiirleri üzerinden savunduğu yaşanmışlık kuramının gerçekliğini tartışabiliriz bu öyküye bakarak. roni margulies'in otel odalarıyla ilgili bu minvalde bir yaşantısı varsa, bir kere baştan kaybediyor, edebiyat hayatı boyunca iç içe olduğu siyasallığın ötesinde bir alan olarak gördüğü kabul edilemez bu durumda.. otel odasında geçen bir öykü yazılamaz, gibi bir saçma bir iddiam yok. her durumda bu otobiyografik yaklaşıma karşıyım, şiirde de öyküde de.. ama kendisi eğer hem sosyalizmi hemde otobiyografik bir edebiyat anlayışını savunuyorsa, otobiyografisini otellerden uzaklaştırmak zorunda. yolcu bu adam, otelden nereye kaçacak, diyeceksiniz belki. yazar isimleriyle adlandırılmış odalara sahip burjuva özentisi bir otel olmasın bari! belki de biz anlayamıyoruz, belki de roni yıllardan bu yana savunduğu anlatımcılıktan imgeselliğe geçiş yapmıştır, otel odasındaki tip 80 kuşağı şairidir, banyoda dergi okuması ve karısını öldürmesi muhtelif poetik tartışmalara göndermeler içeriyordur vs…
koskoca dergide emrah serbes ve hüseyin cevahir dışında okuyacak bir şey bulamamak, kapalı devre taşra dergisi, bunlar ilginç durumlar.
sizin gibi büyük yazarlar böyle söylüyorsa hemen notos almayı keseyim bari.
nasıl bir ruh durumu içinde yaşıyorsanız artık, fiyakalı jantilerden ve bir takım milli yazar sevdalarından başka bir haltı gözünüzün gördüğü yok. ecinni misiniz siz? ecinniyseniz sizi üniversite hastanelerinde incelemek lazım.
kitaptaki rus slavcılar ile liberallerinin tartışmaları gibi ateşli işlere kalkışmanın bugün için ne kadar anlamlı olduğu şüpheli şüpheli olmasına ama hararetli aptallığa da lüzum yok. hemen sırıtıyor çünkü. milliyet sanat ı nasıl eleştiriyorsunuz siz merak ettim doğrusu, komprador burjuva diye mi?
vay anasını yahu? hayır hüseyin cevahir herhalde sizden daha az sistem karşıtıymış ki, edebi mevzularda ağzındaki baklayı baklayı hört diye ortaya fırlatmamış hiç. edebi inceleme yapmış adam resmen. peki sizin şu yuvarlak ergen irisi gözlüklü havalı klarkcınız ne demiş “ben sistem karşıtı bir manteliteye sahibim.” üstelikle üzerinde karikatürlü tişört ve jöleli saçlarla. iyiymiş be?