Yaşadığı her şeyi ancak yazarsa anlamlandırabilen birisiyim ben.
Düşünürseniz, yaşadığımız gerçekliğin büyük kısmı dilin dışında kalıyor. Duygularımızın, sezilerimizin, en gizli arzularımızın kaynaştığı, daha derinde bir gerçeklik var. Dil o gerçekliğe pusular kurmaktır, kendini ele versin diye.
Yazmak en temelinde böyle bir dürtü. Hele deneme yazmak, iyice öyle.
Dünyada deneme yazmayan yazar yok gibi bir şey. Mesela herkes şiir yazamaz. Ama bütün yazarlar deneme yazar. Şair olmayanlarımızın şiir yazmaya, felsefeci olmayanlarımızın felsefe yapmaya en yakınlaştığı türdür derdim deneme için.
Deneme bir yoğunlaşma çabasıdır. Aynı zamanda bir saydamlaşma çabası. Bir yandan da kendini açık etme dürtüsü. Kendine karşı dürüst olma arzusu. Şu konuda gerçekten ne düşünüyorum? Falanca meselede en sahici duygularım neler? Allah’a inanıyor muyum? Ölümden niçin korkuyorum? Şu kitabın ya da bu yazarın neden iyi olduğunu düşünüyorum? Bana göre “iyi” ne demek? Düşlerim nelerdi ve niçin gerçekleşmediler?
Her insanın kendisine sorduğu sorulardır bunlar. Ben de aynı soruları kendime soruyorum. Kendi sırrımı çözmeye çalışıyorum. Belki de böyle bir sır yok! Ama ya varsa? Nefis bir arayış değil midir bu?
Biraz korkutucudur da aynı zamanda, çünkü bazen bir konuda gerçekten ne düşündüğümüzü kendimize bile söylemekten korkarız. Dürüst davranırsak, hepimiz düşünmekten korkarız. İnsanlar ölümden bile daha çok korkarlar düşünmekten. Edebiyat korkmama çabasıdır. Ortak bir insanlığımız var, ama hepimiz biraz farklı yaşıyoruz bunu. Deneme ya da roman yazarken, işte diyorsunuz, benim gördüklerim bunlar.
Bu anlamda felsefeye en yakın edebiyat türü deneme.
Bizim müthiş bir deneme geleneğimiz var. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Beş Şehir” kitabını okumadan hiç kimse şehir hayatını ve kendi yaşantısının şehirlerle ilişkisini yazmayı düşünemez mesela. Salah Birsel’in insanı sürekli gülümseten o fıkra benzeri denemelerini hatırlayın.
Bizde iyi deneme yazmayan şair ve romancı hemen hemen yoktur. Avrupa’yı hiç saymıyorum bile, orada iyice büyük başyapıtlar var deneme türünde. Deneme bütün diğer edebiyat türlerini besleyen bir ana damar. Belki de en doğrusu deneme için edebiyatın laboratuvarı demek!
Ve bence deneme şimdi altın çağını yaşıyor.
Bir de soru dolaşıyor kafamda: Roman da denemeye ve felsefeye daha mı çok yaklaşıyor acaba? Geleceği orada mı? Geçmişi kesinlikle orada.
Modern klasiklerin arasında sevdiğim yazarların hepsi felsefe yapıyordu mesela. Tolstoy romanlarında sürekli din ve tarih felsefesi yapar. Proust romanında Platon’cu felsefeyi sanata ve hayata uygular. Virginia Woolf değme bir mistiktir. Rilke de öyle. Felsefe bilmeden Thomas Mann’ın hiçbir romanına derinlemesine nüfuz edemezsiniz. Bir tek modern Amerikan yazarları fazla meraklı değillerdir felsefeye, daha hayatın içinden yazar onlar.
Romancılık son dönemde niçin felsefeden uzaklaştı diye düşünüyorum. Galiba bir nedeni modern bilimin ve teknolojinin gelişmesiyle felsefenin de çok teknik bir alan haline gelmesi.
Fakat ilginçtir, modern felsefenin büyük bir kısmı teknikleşerek insan hayatından uzaklaştıysa, yeniden insana yakın bir alana dönüşmesi de edebiyatla ilişki içinde gerçekleşti. Son yüzyılın bütün büyük felsefecilerine bakın, örneğin Sartre, yahut Foucault, ya da Derrida, Benjamin, Adorno, Roland Barthes, hepsi edebiyatla bağlantılı felsefeler kurmuşlardır. Modern felsefe ne zaman ki aşırı soyutlaştı ve yaşamın sorunlarına sırt çevirdi, o zaman teknik ve soğuk bir alan haline geldi. Şimdi bundan bir dönüş var.
Ve bu dönüşle birlikte felsefe ile edebiyat, özellikle de felsefe ve roman, şimdi yeniden buluşuyor bana kalırsa.
Aynı soruları soruyorlar ama soruş tarzları farklı. Geçmişte de böyleydi. Homeros öykü anlatıyor ama bütün yaptığı insanlarla tanrıların ilişkisini ve kader dediğimiz şeyi sorgulamak. Platon ahlak felsefesi yapıyor ama Sokrates’in baş karakter olduğu öyküler ve diyaloglar kurarak yapıyor bunu. Kutsal kitaplardaki ahlak öğretisi de baştan sona öykülerle anlatılmış. Mevlana veya Yunus şiir yazıyorlar ama şiirleri tamamen tasavvuf felsefesiyle örülmüş. Nietszche şiir gibi özdeyişlerle kurmuştur felsefesini. Sartre romanlarında ve tiyatro oyunlarında felsefe yapar.
Felsefeyle bu iç içeliği ne kadar vurgulayacağı biraz yazarın seçimine, yazarın kişiliğine bağlı. Biraz da gelenekle ilgili. Daha önce dediğim gibi Avrupa edebiyatında daha çok felsefe vardır. Amerikalılar ise neredeyse hiç felsefe yapmazlar. Sadece öykü anlatırlar.
Bizde ikisi de var. Hem müthiş bir sözlü edebiyat ve masal geleneğimiz var, hem de felsefenin hiç değilse tasavvuf yanıyla daha çok sindiği uzun bir yazılı geleneğimiz var. Çok şanslıyız fakat çoğu zaman bu şansımızın farkında değilmiş gibi davranıyoruz.
Genelde edebiyatın, özellikle de romanın felsefeyle yeniden bütünleşmesi şu anda beni en heyecanlandıran konu sanırım.
(Taraf, 20.08.2010)
Modernizm, “zamane” olmak lığının dışında kadim modernizm, otoriter bir zeminde yükselebilir ancak ve yükseldikçe kendini dayatır, ikna etmeye çalışmaz. Çünkü yükselmek, otoriter zihin bakımından güç tutkusunun giderilmesi, dolayısıyla tanrısal alanın işgalini ima eder ve ikna gibi eşitler arası ilişkiden/diyalogdan, buyruk/monolog gibi otorite ile kul arası ilişkiye sıçrar. Yükseldiği eksende işgal ettiği alanı daraltıp seçkinleştikçe, kendi insanlığına ve insana yabancılaşır ve ötekilerle insan-insan ilişkisini terk edip, “tanrı-insan” ilişkisini inşa etmeye başlar, kurumsallaşır.
Bu noktada otoriter zihniyetin “yapmak” için güce ihtiyacı vardır, yaptığının sonuçlarını düşünmek için felsefeye değil. Dolayısıyla onun elinde felsefe ve edebiyat, gücü/iktidarı ele geçirip tanrının krallığını kurduktan sonra, kul inşa etmede bir mitos kaynağı ve tanrılarla kullar arasında bir buyruk taşıma aracı olarak perdelemeye dönüşür, kurumsallaşmayı/tanrısal alanın bekasını besler; insanlaşmayı değil. Dil’de, hakikatleri/din aramaktan, zaten tanrılarca bilinen hakikatin/dinin kullara dayatılması/eğitim işleminin aracı halini gelir. Bu noktada felsefe düşünüşün yolu olmaktan çıkar, düşünmenin imandan edeceği tezine yani düşünmemenin kutsiyetine dair paradoks üretim aracına dönüşür ve edebiyat kanalıyla bunu mitolojik bir büyüye dönüştürüp kul devşirme aygıtının hareket noktası olur. Makas açıldıkça yani insan yabancılaştıkça “acı var mı acı?” sorusuna yanıt: “acı var!” dır; ve çözüm yine felsefede, yani akletmeye dönüş çabasında aranır, makas yine bu yolla kapatılır; paradoks üretim aracına dönüştürülen felsefe, paradoks çözümleme işini yapar olur. Bakınız felsefeyle edebiyatın bağını kuranlar, odaktan “yabancılaşmayı” ele alarak işe başlayıp iktidar-insan yani tanrı-insan, insan-insan, insan-çevre ilişkisinin nasıllığına/din'e dair çözümler ararlar.
Çünkü ve çünkü var oluş ve kelime arasındaki ilişki öncesiz bir birliktelik ve bütünlük arz eder. Ontoloji ve epistemolojinin birbirine önceliği sorunsalı, paradoks kurma amaçlı bir çabanın ürünüdür. Âdem’in varlığını bilmesi kelimeyle mümkündü. İnsan ne bedendi sadece, ne de ruh. Beden ontolojiyse ona ruhunu veren kelimeydi/epistemoloji. Düşünmek ve konuşmak ya da düşünmek ve yazmak arasında da böylesi bir bağ vardı. Düşün felsefe yapmak ve bunu ifade etmek edebiyat. Dil, din demekti. Ve makası açmak isteyenler yani sahte ilahlar hep şunu yapa geldiler: dil ile dini, beden ile ruhu, felsefe ile edebiyatı, tanrı ile insanı, insan ile insanı, insan ile çevreyi… ayırdılar, kopardılar, yabancılaştırdılar…
Düşün(felsefe) ile ifadeyi(edebiyat) ayırmak fikri, ancak darbe bildirisi yazmak ve bu yolla korku yayarak otoriteyi pekiştirip baki kılmaktan başka hiçbir yaraya merhem olamayacak bir sığlığın ürünüdür; ve ancak böylesi bir sığlık, kibre bürünüp kendini tanrı zannedebilir bunca ölümlü ve bunca kabir arasında…
Modernizmin bütün hikâyesi bu kadar kısaydı kanımca; her şeyin arasını aç, tampon kur: Deli Dumrul’un köprüsü ve sermaye biriktir; geçenden bir altın, geçmeyenden iki…
Nilüfer Kuyaş'ın bir yazısını alıntılamanız hoş olmamış.
Neden mi?
Bakınız: http://taraf.com.tr/nilufer-kuyas/makale-ruya-metinleri-1-carsaf.htm