Alibeyköy tramvayı ile Eminönü istikametine seyrederken (Eminönü istikameti diyorum, çünkü son durak Cibali. Yönümüz Eminönü sadece, kopuk parça ne zamana tamamlanır bilemiyoruz. Bu arada, Cibali durağının nihâî nokta olması aslında tramvay hattına bambaşka bir karizma katıyor ya, o da başka bir mevzu…) Balat’a yakın geçiyorduk, birden fazlasıyla tanıdık, benimsenmiş bir mekân hissiyatı sardı beni.
Bağlılık.
Balat mıntıkasına bağlanma, bir mesele olarak beni yoklamaz, diye düşünmem bile söz konusu olmamıştı. Olabilme zemini yoktu ama olmuş zamanla.
Öğrencilik yıllarımın sonunda öğretmenliğe başvurabilmem için askerlik şubesinden evrak almam gerekiyordu. Draman’da öğrenci evinde kalıyorduk, memleketteki ikâmeti İstanbul’a aldırmadığım için muhtarlıklar işimi çözemedi, önce Aksaray tarafında bir karakola, sonra da Küçük Mustafa Paşa’da başka bir karakola yönlendirdiler. “Oraya git!” diyorlardı, o kadar.
Tam olarak bugünkü Balat kastımızı ifade etmez tabii ki ama yakın işte… Sadece o kadardı, öğrencilik dönemimin Balat ciheti.
Karakollar işimizi hâlledemedi. Hatta Küçük Mustafa Paşa’daki karakolun yerini sorduğum bitirim bir abi karakol lafını duyunca heyecanlanıp, neden karakolu sorduğumu, neler olduğunu öğrenmeye çalışınca korkmuştum doğrusu. Tekin yere benzemiyor buralar, dedim.
İstanbul’a tekrar geldikten ve Balat’a pek yakın okulumdan sık sık; bazen yalnız başıma, bazen öğrencilerimle Balat’a indim. Şehir dışından gelen misafirleri gezdirdim. Son sekiz yılda yaşadığı değişime tanıklık ettim. Virane yapıların kiminin restorasyonuna; kiminin kafeye, kiminin sanat atölyesine dönüşümüne tanıklık ettim, Kastamonu köy pazarından alışverişler yaptım.
Derken Balat’ı benimsemiş, ufaktan bağlanmışım ona..
Güzel bir şey. Sanki kırk yıllık Balatlı’yım. Kırmızı Kilise, Patrikhane, Maraşlı Rum İlkokulu, Rum mimarisiyle oluşmuş cadde ve sokaklar… Başka bir iklim. Mezatlarıyla yarışan antikacılar, kış mevsiminde albenili kafelere doğru yoksulluk ve ilticayı inceden savuran, genizlere işaretleyen ucuz kömür dumanları…
Balat, başka renklerden, gülüş ve çığlıklardan müteşekkil panoramik bir görsel olarak basıyor beni bağrına.
Evet, sanırım artık Balatlı’yım. Her bir dükkân, kafe, atölye, girip tanıştığım insanlar, tabii ürünlerinden aldığım Kastamonu köy pazarı benden sorulabilir; her birinin ayrı ayrı kaydını tutuyorum.
Şimdi virüs salgınından dolayı ağır yaralı bir Balat var ama yine de ihmal etmiyoruz. Bir vesile buluyoruz buluşup hâlleşmek için. Yokuşun başındaki Tokatlı simitçinin fırınından birkaç simit alıp bırakıyoruz kendimizi inişe.
Balat, orada öylece bizi bekliyor.