Neoliberalizm sermayenin dünya üzerinde kurduğu sömürü düzenini aracısız bir yolla sürdürmeye çalıştığı ve böylece sömürüyü hem daha rafine hem de küresel bir şekle büründürdüğü bir dönemdir. Klasik kapitalizmde sermaye büyümek ve egemenliğini tesis etmek için ulus devleti bir araç olarak kullandı.
Feodal düzen ulus devlet aracılığıyla yıkıldı, sermaye sınıfı kendi zenginliğini ve gücünü garantiye alacak kurumları ulus devlet içinde kurdu. Finanse ettiği aydınlar aracılığıyla kapitalizmin yasal ve felsefi alt yapısını kurdu ve kendi ideolojisini ulusal kültür adı altında topluma yaydı. Ancak sermayenin sömürü düzenini devlet aracılığıyla sağlaması emekçi kesimler açısından da bir avantajı beraberinde getiriyordu. Aynı ulus devletin birer vatandaşı olan geniş emekçi kitleler de bu vatandaşlıktan doğan güçlerini kullanarak kendi haklarını koruyacakları mekanizmalar üretebiliyor, sermayeyi belli ölçülerde dizginleyebiliyor, devleti kendi çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarmaya zorlayabiliyordu.
Yalnızca sermaye sınıfının desteğiyle iktidarda kalamayacağını bilen siyasi iktidarlar da devletin ekonomik imkânlarını emekçi kesimler için de kullanmak zorunda kalıyor, sermaye ile emekçi sınıflar arasında bir denge kurarak iktidarını sürdürüyordu. Sosyalist ideolojiyi bir yana bıraktığımızda bile sosyal adalet, sosyal devlet, sosyal demokrasi, adil paylaşım gibi kavramların siyasi literatüre girmesinde emekçi kesimlerin siyaset üzerindeki baskısı göz ardı edilemez. Sosyalist partilerin varlığı ve kimi ülkelerde iktidara dahi gelebilmiş olması emekçi sınıfların devleti kullanarak sermaye sınıfının egemenliğini tehdit edebilir hale gelmesinin örnekleridir. Öyle ki liberal iktisat bile bu durum karşısında kayıtsız kalamamış ve 19. yüzyılın sonlarında sosyal liberalizm adı altında toplumsal adaleti sağlamaya dayalı liberal anlayışlar bile ortaya çıkmıştır.
80’li yıllarla birlikte dünyayı kuşatmaya başlayan neoliberal dalga emekçilerin elindeki devletle ekonomik pazarlık kozunu elinden almaya çalışan bir süreci de beraberinde getirdi. Çünkü neoliberal felsefe, devleti tamamen bir siyasi ve hukuki organizasyon konumuna indirgemeyi, devletin ekonomik alandan çekilmesini ve bu alanı tamamen serbest piyasaya bırakmasını öngörüyordu. Devlet ekonomik alanda yalnızca özel girişimin boyunu aşan otoyollar, demiryolları, havalimanları, enerji santralleri gibi büyük yatırımları gerçekleştirmeli üretimi yalnızca özel girişime bırakmalıdır. Bir anlamda devlet sermayenin “üretmek ve tükettirmek” için ihtiyaç duyduğu altyapıyı hazırlayarak sermayenin önünü açmalı ve ekonomiyi serbest piyasanın eline vermelidir. Liberal iktisada göre devletin ekonomideki varlığı piyasanın dengesini bozan ve ekonomik istikrarı ortadan kaldıran bir unsurdur. Oysa devlet müdahalesinin olmadığı bir serbest piyasa ortamında bir “gizli el” ya da bunun iktisat bilimindeki karşılığı “denge modeli” piyasayı sürekli dengede tutacak ve ekonomik büyüme kendiliğinden gerçekleşecektir.
Dünyada ve Türkiye’de son otuz yıl devletin küçülmesi gerektiği tartışmalarıyla geçti. Devletin ekonomik alandaki varlığı ne kadar fazlaysa devletin o kadar hantal yapıda olduğu, yolsuzluğa o kadar açık olduğu, o yüzden de ekonomik varlıklarını elinden çıkarması gerektiği savunuldu. Özelleştirmeler yoluyla devlete ait bütün iktisadi teşekküller küresel sermayeye satıldı. Yaratılan ekonomik krizler yoluyla devletler borçlarını ödemek için özelleştirme politikalarını uygulamak, ekonomilerinin kontrolünü IMF’ye Dünya Bankası’na bırakmak zorunda bırakıldı. Böylece sermaye küreselleşirken çalışanlar da sermayenin işçileri haline getirildi. Devlet küçülüp ekonomik alandan çekildikçe ve bu alanı düzenleme imkânı azaldıkça emekçi kitlelerin de devlet aracılığıyla kendi haklarını koruma ve emeğini savunma imkânı azaldı. Geniş emekçi kesimler sermaye karşısında savunmasız kaldı.
Yukarıda söylenenlerden hareketle ulus devletin onaylandığı, devletçi ekonominin doğru bir yöntem olduğu gibi bir sonuç çıkarılmamalıdır. Bunlar kapitalizmin kendi içindeki evrelerdir. Ancak kapitalist bir sistem içerisinde devletin, sermaye ile emek arasında bir denge sağladığı da göz ardı edilemez. Kapitalizmin gelmiş olduğu yeni aşama ve bu neoliberal dönem ezilenler açısından kapitalizmin önceki evrelerine kıyasla çok daha olumsuz bir durumu ifade etmektedir.
Sermayenin küresel bir egemenlik kazandığı neoliberal dönemde emekçilerin de yeni örgütlenmelere gitmeleri ve mevcut örgütlenmelerini de yeniden yorumlayarak yeni bir biçime büründürmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda sendikacılığın da yeni bir anlayışla yorumlanması ve yeni bir sendikacılık anlayışının getirilmesi gerekiyor. Türkiye’de sendikacılığın tarihine baktığımızda sendikaların başarılı olduklarını söylemek oldukça zor… Türkiye’de hem işçilerin hem kamu çalışanlarının hem de emeklilerin mevcut durumları, yaşam standartları, gelir düzeyleri, özlük hakları sendikaların bugüne kadar çalışanları adına büyük kazanımlar elde edemediğini gösteriyor. Bunun nedenleri arasında sendikayı kişisel çıkarları adına kullanan sendika yöneticilerini, muhalefet bilincini geliştirememeyi, iktidarlarla çıkar ilişkisine girmeyi gösterebiliriz. Yine Türkiye’de devletin farklı toplumsal kesimler arasında düşmanlıklar yaratarak onların kavgası üzerinden iktidarını sürdürme politikasının sendikalara da sirayet etmesi, sendikalar arasındaki ideolojik ayrılıkların düşmanlıklara varması, emekçiler arasındaki dayanışmayı engellemiştir. Öyleyse yeni dönemde sendikacılığın ilke, yöntemleri neler olmalıdır?
Her şeyden önce Türkiye’de artık kategorik sendikacılık anlayışına son verilmelidir. Kamu çalışanları sendikalarıyla işçi sendikalarının farklı kategorilermiş gibi algılanıp sorumluluklarının ve mücadele alanlarının farklıymış gibi görülmesi çalışanlar arasında bölünüp parçalanmaya yol açmıştır. Bu hataya en fazla işçi sendikaları düşmüş, memur sendikalarıyla hep arasına mesafe koyarak yalnızca işçilerin hakları için mücadele etmiştir. Kamu çalışanlarının sendikal haklarının yasaklandığı dönemlerde bu yasağa gerekli muhalefeti yapmamıştır. Kategorik sendikacılık anlayışının zararını da bugün en fazla işçi sendikaları çekmektedir. Neoliberal politikaların beraberinde getirdiği özelleştirmeler sonucunda devlete ait kuruluşlar ve fabrikalar küresel sermayeye satılmakta kamuda çalışan işçiler 4/C statüsüne geçirilmekte, hem işçiler büyük ücret kayıplarına uğrarken hem de işçi sendikaları kendi tabanlarını kaybetmektedir. Özelleştirmelerin bu şekilde devam etmesi işçi sendikalarının varlıklarını bile tehdit eder hale gelmiştir.
Bugün kamu çalışanları sendikaları arasında da kategorik sendikacılık hatasına düşen sendikalar ne yazık ki mevcuttur. Gerek özel sektör gerekse de kamu işçilerinin haklarını umursamayan, asgari ücrete, 4/C uygulamasına, keyfi işten çıkarmalara, sağlıksız çalışma koşullarına ses çıkarmayıp yalnızca kamu çalışanlarının haklarını savunan bir sendikacılık yakında işçi sendikalarının durumuna düşecektir. Bugün işçileri vuran neoliberal dalganın yakında kamu çalışanlarını da vurmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Sermayenin küreselleştiği bir çağda emekçilerin de bütüncül bir direniş göstermesi artık kaçınılmazdır. Kategorik sendikacılık anlayışını hala savunuyor olmak, dünyanın gidişatından bîhaber olmak demektir.
Yeni sendikacılık anlayışının önemli yönlerinden biri de sendikaların kime ve neye karşı mücadele etmesi gerektiği hususudur. Türkiye’de sendikacılık devletle maaş pazarlığına girmek, bu pazarlıkta koparabildiğini almak şeklinde yürümüştür. Bu durum yalnızca pazarlığı kamu çalışanları için yapan memur sendikaları için değil, işçi sendikaları için de geçerlidir. İşçi sendikalarının asıl sorumluluğu sermayeye karşı mücadele etmek ve özel sektör işçilerinin haklarını sermayeye karşı korumak olduğu halde ne yazık ki bunu yapmamışlardır. Üyelerinin büyük çoğunluğunu kamuda çalışan işçilerin oluşturduğu bir sendikacılık yukarıda da söylendiği gibi bugün kendi varlık alanını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiştir. Sermayeye karşı mücadele etmek gibi zorlu bir yola girmeyi göze alamaması bugün asgari ücretin açlık sınırının bile çok altında kalması ya da sendikaya üye olan işçilerin işten çıkarılması gibi pek çok olumsuz durumun da nedenidir. Bütün bu olumsuzluklar işçilerde bir emek bilincinin oluşmasını engellemiştir.
Devletin küçülerek ekonomiden çekildiği, ekonomik alanın sermayeye bırakıldığı neoliberal dönemde yalnızca işçi sendikalarının değil, kamu çalışanları sendikalarının da muhatabı artık sermayedir. Sermayeye ve onun ideolojisi neoliberalizme karşı mücadele etmeyen, sermaye egemenliğine karşı çıkmayan ve Allah’ın yarattığı nimetlerin tüm insanlar arasında adil paylaşımını talep etmeyen bir sendikacılık akamete uğramaya mahkûmdur. Ekonomik krizin etkilerinin hissedildiği bir iki yıl hariç Türkiye’nin sürekli büyüdüğü, büyüme rakamlarının rekorlar kırdığı son dönemlerde geniş halk kesimlerinin bu büyümeden pay alamaması, işsizliğin yoksulluğun sürmesi bunun göstergesidir. Çünkü Türkiye büyüyor derken, büyüyen ülke değil; sermaye kesimidir. Sürekli büyüyen bu sermaye de kârının tek kuruşunu bile emekçilerle paylaşma niyetinde değil. Neoliberal dünyada devletlerin ekonomik alanı düzenlenme imkânının kalmadığını yukarıda söylemiştik. O nedenle devletten lütuf bekleyen bir sendikacılık yerine, sermayeye meydan okuyan bir sendikacılık anlayışının oluşması gerekmektedir.
Sendikaların önemli işlevlerinden biri de yeryüzünün doğal dengesinin bozulmasına, karşı durmak olmalıdır. Kapitalizm yalnızca emek sömürüsü yoluyla birey ve toplum üzerinde bir tahribata yol açmakla kalmamakta, doğayı da sömürerek yeryüzünde büyük bir tahribat oluşturmaktadır. Kapitalizmin üretim için ihtiyaç duyduğu büyük nükleer santraller, termik santraller, HES’ler, fabrikaların kirli atıkları yaşadığımız çevreyi, içme sularını, tarım ürünlerini sürekli zehirlemektedir. Ozon tabakasının delinmesinin, küresel ısınmanın, iklim değişikliklerinin, bunlara bağlı olarak yaşanan doğal felaketlerin sebebi kapitalizmdir. Sendikaların bu duruma tavrı naif bir çevrecilik değil, ontolojik bir tavır olmalıdır. İfsada karşı çıkmayı, doğayı korumayı; kapitalizme karşı verilen bir emek mücadelesinden bağımsız olarak düşünmemek gerekmektedir.
Neoliberal felsefenin bireye yaptığı “aşırı vurgunun” arkasında insanların örgütlü kolektif yapılar oluşturmasını engellemeye çalışan bir niyet vardır. En büyük kolektif organizasyon olan devletin küçültüldüğü bir dönemde toplumsal kesimlerin kendi aralarında örgütlenmeleri de engellenerek aşırı “bireyselleşme yoluyla” insanlar tamamen yalnızlaştırılmaya ve ortak bir güç üretmekten alıkonmaya çalışılmaktadır. Yeni sendikacılık anlayışının bunun karşısında olması, emekçilerin yalnızca kendi bireysel özgürlük ve çıkarlarının peşinden koşan “aşırı bireyselleşmiş” kişiler haline gelmesini engelleyen bir işlev de görmesi gerekir. Bunun yolu da sendikaların üyeleri arasında kapitalist kuşatmaya, her türlü zulüm, sömürü ve yok saymaya karşı ortak bir inanç oluşturmasından geçmektedir.