Özellikle baş döndürücü Tunus ve Mısır süreçlerinin birçok şeyi tekrardan ve derinlemesine tartışmayı sağlaması gerekiyor. Geçmişe ilişkin birçok şey son dönemde epeyce farklı taraflarından ele alındı ama ben temelde sıkışık bir pozisyonda olduğumuzu düşünüyorum. Tanımlanamamış, yeterince vuzuha kavuşturulamamış alanlar, iddialar öyle orta yerde duruyor. Belki de işin tabiatı bu. Hiçbir zaman tamamen tanımlanamayacaklar, hayatın devingenliği içinde farklı zaman ve zeminlerde ele alınacaklar.
Tunus ve Mısır halk hareketleri, susturulan halkların aniden, beklenmedik bir şekilde ayağa kalkabileceğinin açık kanıtı olmuştur. Devrimin her zaman için mümkün olduğunu gösteren bu gelişmeler alenen siyasal tavırlardaki paradigmaların yeniden kurulması gerektiğini söylüyor.
Peki, bir belirsizlikler çağına mı sürükleniyoruz? Dört başı mamur bir yol haritamız olmayacak mı? Önceden köşeleri belirlenmiş bir şemaya sahip olamayacak mıyız? Bu soruları çoğaltmak mümkün. Belki bu soruları ya da bu minval üzere dile getirilebilecek pek çok soruyu mündemiç yeni bir paradigmayı belirleyebiliriz. Zamanı ideolojik temelimizle birlikte okumak arzuladığımız paradigmanın oluşumunu sağlayabilir.
İnsanı merkeze alan yeni bir tavır… İnsanı merkeze almadığını söyleyen hareket zaten yoktur, diye bir karşılık verilebilir bu soruya lakin niyetle pratik arasındaki fark her yerde kendini kolayca göstermiştir. İnsanın istemi, iradesi, durduğu taraf bizim yol haritalarımızda kendine tam olarak yer bulamadı. İnsanın merkeze alınması şirk ihtiva eden bir iddia olarak bile görülmüştür. Hâlbuki seçerse insan seçer ve ideolojiler insan üzerinden yeryüzünde karşılık bulur. İnsanın bu çerçevede tartışılamaz bir değeri vardır. Her şey onun üzerinden giderken onu değerden düşürecek bir pozisyonda konumlandırmak zaten yol haritasının baştan bir açmazı olacaktır.
İnsan merkeze alınıp ona güvenildiğinde bir şekilde bu güven karşılık bulacaktır. İnsanın vicdanında, fıtratında onu doğruya yaklaştıracak nitelikler yaratılış gereği vardır. Adalet duygusunu insana kazandırdıkça, vicdanı öne çıkardıkça insan özüyle yüzleşecek ve doğru tarafta duracaktır.
Mısır ve Tunus bizim için bir laboratuar işlevi görebilir. İdeal olan bağlamında değil elbette. Zaten laboratuar ideal olanı ifade etmez. Tartışmaları, deneyi karşılar. Bu tür ideallik dayatmaları evvel emirde menfi tesirden başka bir işe yaramaz. Toplumsal öfke ayağa kalkınca çokbilmişlik üzerinden söylemlerde bulunmak takoz vazifesine denk düşmekten başka bir şeye yaramayacaktır. Ancak kaygıların olması da kaçınılmazdır. O halde kaygılarla devrim/mücadele sürecini bir arada tutacak esaslı çabalara, yöntemlere ihtiyaç var.
Tedbir ve aşamalı siyaset modellerinin gecikmeci adımları beslediğini iddia edebilir miyiz? Mümkün bir iddia. İletişim çağında, insanların ağırlıkla şehirlerde yaşadığı bir çağda aşamanın mantığını yeniden sorgulamak durumundayız. Hangi alanda, hangi aşamada? Bu sorular çoğu kere muğlâk zeminlerde, muğlâk yanıtlar bekleyen sorulardır. Dışarıda akıp giden hayat, bizim vereceğimiz cevaplar üzerinden şekillenemezse bütün varlığımız bir anda buharlaşarak anlamsızlaşabilir.
Hayat dışarıda, sokaklarda akıp gidiyor. Dışarısıyla irtibat kuramayan düşünce harekete geçemez, devrimci mahiyet kazanamaz. Mısır ve Tunus örneği bu anlamda önemli bir örneklik. İnsanların acılarına değecek, onları anlayacak, onlara en azından bu anlayış üzerinden cevaplar verebilecek bir siyasallaşma sürecine ihtiyaç var: Yüksek siyasal paradigmaların altında ezilmeyen ve insani.
Halkın yükselen öfkesini hedefe yoğunlaştıracak ya da halkın öfkesini yükseltebilmesini sağlayacak diyaloga dayalı eğitim sürecini nitelikli bir çizgiden takviye etmek de bir zorunluluktur. Esaslı bir perspektife, derinliğe ihtiyaç vardır. Bunu kimse inkâr edemez. Hakikatten sapmaya ve saptırmalara karşı bu sağlam zemine duyduğumuz ihtiyaç aşikâr. Ancak bu düşünsel zemin, üzerinde var olduğumuz paradigma halkla birlikte olmada, onunla buluşmada menfi tesirlerde bulunmamalı. Amiyane tabirle kendini kasan bir söylemden, kusursuz tasvirlerden kaçınmak icap eder. Halkın acıları hayatın bizzat kendisiyken bu acıları ağır teoriler altında ezmenin bir manası olamaz. Halkın acılarına onun anladığı bir lügatle cevap vermek devrimci çizginin temel paradigmasıdır.
Sokaktan geçenlerin melekler değil de insanlar olduğu işareti vahyin bütün bu iddialarımızı temellendiren harika tespitlerindendir. Bu yüzden Kur’an, okuma yazma bilmeyen kölelerin de kurtuluş umudu olmuştur. Sırtından kırbaç eksik olmayan kölelerin, çocukları ellerinden zorla alınarak diri diri toprağa gömülen anaların umudu olan peygamberin sade bir çağrısı, açık bir dili vardı, öyle olmak zorundaydı ki Kur’an da bunu zaten çokça teyit eder.
Sokağın sesiyle buluşabilecek mesajın sağlam şahsiyetlerin inşasını hızlandıracağı aşikârdır. Halkla kendini test etmeyen bir sözün siyasal çerçevede geçerli bir gücünden bahsedilebilir mi? Elbette ki hayır! Şirk, insanların canını, inancını, malını, hâsılı her şeyini yağmalayan düzenlerin ortak adıdır. Tevhid ise sahte düzenlerin alt edilerek yağmalananların sahiplerine iadesinin adıdır. Her şey temelde bu kadar açık ve sadedir. Bu sadeliği karmaşıklaştırmanın bir gereği yok.
Sokakların diliyle buluşacak sağlam hatları kurmak gerek. İşsizlerin dilini onların dünyalarıyla irtibat kurarak anlayıp paylaşabiliriz. Onları dışarı atan acımasız kapitalizmi onlarla birlikte mahkûm ederek total bir dönüşümü hedefleyebiliriz. İşsizlerle birlikte bir de işi olup da modern kölelikten öte gitmeyen istihdamın içine hapsolanlar için de aynısı geçerlidir. Mısır ve Tunus örneğinin başörtüsü yasağı üzerinden bu ülkede gerçekleştirilme potansiyeli de her zaman vardır. Yasaklarla var olan kurumların kapılarından yükselecek intifada halkaları kitleleşebilirdi. Kitleleşemeye de bilir elbette lakin sokağı müdahil pozisyona çekmenin temrinleri olarak büyük bir adım olacaktır.
Sokakla irtibatın önemi kavrandıktan sonra bu doğrultuda yapılacaklar açıktır. Kapalı havzaların önü hayata doğru açılmalı. Bunun insanlık tarihi boyunca farklı ülkelerde zengin deneyimsel bir mirası var, bunu gözden ırak tutamayız. Sendikaların hayatın kalbini avuçladığı büyük direnişler, en ilgisiz kişileri bile birer devrimci özneye çevirebilir. Teorik sağlamlığın popüler düzeyde uç vereceği bu alanlar için geç kalmak hatanın büyüğüdür.
Yüzde yetmiş beşlik nüfusun şehirlerde yaşadığı memlekette artık hayatı doğrudan hedef almak çok kolay. Büyük diktalar bu yolla alaşağı edilebilir. Ya sonrası, gibi soruları öteleyecek değiliz ama coşkunluğu baltalayacak bir şekilde sürecin içine de pat diye atmanın âlemi yok.
Herkesin bir arada yaşadığı şehirlerin damarlarına nüfuz etmek çok kolay. İletişim imkânları iş yapmak isteyenlerin işini kolaylaştırmıştır. Küçücük şehirlerdeki topluluklar her tarafı tetikleyebilecek hareketlenmeler üretebilir, üretmelidir. Merkez-taşra ayrımındaki ölçütler bugün büyük oranda ortadan kalkıyor. Çabalar ve projeksiyonlar küçümsenmeden örneklikleri çoğaltılabilirse her şey çok daha farklı olabilir.
Ahmet Örs
İbrahim Sediyani
Çok güzel bir yazı bu, biliyor musun?
Ahmet Hocam’dan Allâh razı olsun. Tokat’taki güzel âmellerin hangi bilinçle gerçekleştirildiğini de anlatıyor bize bu yazı.
Tokat ve TOKAD, çok farklı bir örnek oluşturuyor. İslamî camiâ içinde “hayatın hemen her alanını kuşatan” tek hareket benim nazarımda. İşçi haklarından başörtü yasağına, Kürt sorunundan sendikal haklara kadar, hemen her alanda görüyoruz TOKAD’ı. Bu ise ne İslamî çevrelerde ne de sol çevrelerde benzeri olan bir durum. Ayrıca Tokat’taki bir avuç insan, milyonlarca insanın yaşadığı metropollerden bile daha fazla “var” olduklarını haykırıyorlar. İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan daha fazla “dokunuyorlar hayata”.
Yaşam, tek renkli değildir. Hayatın tüm renklerini yansıtan bir mücadele metoduna şiddetle ihtiyacımız var ve bunu şu ana kadar sadece Tokat (Dar’un- Nasr) şehrimizde görüyorum. Kişisel kanaatim ve “dışarıdan bakan” biri olarak gözlemim bu yönde.
Tunus ve Mısır devrimlerinin verdiği pekçok dersler vardır. Bunları anlatmak değil bir yoruma, bir makaleye bile sığdırılamaz. Ahmet Örs bunu kısa ve öz bir şekilde çok güzel özetlemiş.
Filozofça bir edâyla konuşmak gerekirse; soruya geri dönelim: “Ne Yapmalı?”
Ancak bu filozofça soruya doğru cevap verebilmek için filozof olmaya gerek yok. Azıcık akleden, bakabilen ve görebilen herkesin cevaplayabileceği bir sorudur bu. Benim “Ne Yapmalı?” sorusuna bulduğum cevap şudur, Ahmet Hocam:
“Hayata dokunmak.”
Tokat ve TOKAD, çok farklı bir örnek oluşturuyor. İslamî camiâ içinde “hayatın hemen her alanını kuşatan” tek hareket benim nazarımda. İşçi haklarından başörtü yasağına, Kürt sorunundan sendikal haklara kadar, hemen her alanda görüyoruz TOKAD’ı. Bu ise ne İslamî çevrelerde ne de sol çevrelerde benzeri olan bir durum. Ayrıca Tokat’taki bir avuç insan, milyonlarca insanın yaşadığı metropollerden bile daha fazla “var” olduklarını haykırıyorlar. İstanbul’dan, İzmir’den, Ankara’dan daha fazla “dokunuyorlar hayata”.
Kesinlikle katılıyorum…Selam olsun Tokada!
Ahmet ors kardesim Kalemine kuvvet omrune bereket ve bu yaziyi okumami oneren kardesimede selamet olsun.
Guzel vede guncel olmasi yaninda konu hakkinda iyi dusunup kelimelerin ozen ve dikkatle secilmesi gereken bir mesele. Sanirim anlatilmak isten figur, yillarca bir atmosferde donup dolasan ama neden, nicin ve nasil dondugunu donduruldugunu kavrayaman akledemeyen bir yapinin bu gunku aci vede acinacak halidir bu seslenis.
Evet hayati iyi okumak sonrada anladigini anlayabilmektir mesele, esyanin hakikatinden cikip sefere hakk la halkin arasindaki bagi kavrayabilmektir mesele,
bir suskunluk bekleyis almis alemi, meydanlardaki hinca hinc insan gurultulerine ragmen, her nekadarda yuregimiz burkulsada bunca emegin gasp edilip samar gibi donecegini bilsemde tekrar halka dilimdeki duam,” sen bizi bize birakma rabbim, sen katindan bize bir sahip, bizi tekrar ozumuze donderecek bir uyarici gonder rabbim” dir, selam dua
Tunus ve Mısır, halkların vicdanlarında biriktirdiklerinin ilelebet şiddetle bastırılamayacağını göstermesi açısından tüm zulüm ve ifsad rejimlerine bir ders niteliğindedir. Yazıda da ifade edildiği gibi bir devrim her zaman mümkün olabilir, özellikle de çelişkilerin derinleştiği ve adaletsizliğin yükseldiği zamanlarda ihtimal daha da kuvvetlenir.
Halk ile devlet arasındaki çelişkinin derinleştiği noktalarda kimin nasıl bir tavır sergilediği de şüphesiz önemlidir. Türkiye’de 28 Şubat sürecin ve sonrasında, özellikle de son yıllarda, Müslüman kanaat önderlerinin ya da aydınların çoğunlukla devlet ile halkı uzlaştırmaya, barıştırmaya dönük bir yol izlemeleri, neden Beyazıt Meydanı’nın o dönem Tahrir Meydanı olamadığı sorusuna dair bir ipucu da vermektedir.
Gelinen noktada “ne yapılmalı” sorusu herkesin üzerinde etraflıca düşünmesi gereken bir sorudur. Ve bu sorulara masa başında dört başı mamur teoriler üretmek yerine sahada cevap aramak sanırım öncelikli bir sorumluluktur. Protestodan direnişe geçemeyen bir sürecin ilelebet uyanış merhalesinde kalamayacağı ve geriye düşeceği riskine karşı teyakkuzda olmalıyız.
* * *
Yazıda “İnsanı merkeze alan yeni bir tavır…” ile kast edilenin asıl anlatılmak istenen olmadığı kanaatindeyim. Öyle değilse itirazım şu noktada yoğunlaşacaktır: İslami mücadele hiçbir zaman insanı ya da bireyi merkeze alamaz, şahsiyet/nesil kurgulamaya odaklanamaz. Tek tek bireylerin ıslahı ya da insanı kâmil kılma gibi arayışların toplamından İslami bir toplumsallığın üretilebileceği tezi tartışmalı bir tezdir. (Bu sebeple insanın ya da neslin Kur’an’da olumsuz çağrışımlarla birlikte anılmasının hatırlanması ve odağa kişinin alınmasının da üzerinde ayrıca düşünülmesi gerektiği söylenebilir.)
Dolayısıyla peşinden gelen cümlelere tamamen katılmakla birlikte “Sokağın sesiyle buluşabilecek mesajın sağlam şahsiyetlerin inşasını hızlandıracağı aşikârdır” tespitinin de tartışmaya açık olduğunu düşünüyorum. Sokağın sesiyle buluşmanın doğrudan böyle bir sonucu olmayabilir, kaldı ki zulmün, adaletsizliğin ve ifsadın hüküm sürdüğü bir vasatta sağlam şahsiyetlerin varlığı da tek başına bir anlam ifade etmeyecektir… İnsana ya da şahsiyete odaklanan çabaların pedagojik/kültürel faaliyetlerle sınırlı kalmaktan ileri geçmesi ne kadar mümkündür? Tanımı doğru yapmak, odağı doğru noktaya kaydırmak, ondan sonraki pratiklerin inşasını da etkileyeceğine göre burada ifade edilmek istenenin daha net ortaya konmasında fayda var.
Tabi bu ifadelerden, insanlara güvenmeme ya da halkı küçümseme gibi sık yapılan hatalara davet ettiğim sonucunu da çıkarmamak gerek… İnanıyorum ki halk nezdinde meşruiyeti sağlayamamış hiçbir hareket, özellikle devrim gibi kritik zamanlarda doğrudan sonuca gidilmesi gerektiği zamanlarda, gereken desteği bulamaz. Daha önce de ifade edildiği gibi halksız bir İslam/cılık olmayacağı gibi halk hareketine dönüşmeyen bir İslam/cılık da olmaz. Bu sebeple tabi ki halka sırtımızı değil yüzümüzü dönmek zorundayız, ona yukarıdan seslenmekten vazgeçip yanında durmak, birlikte direnebilmenin imkanlarını oluşturmak zorundayız.
* * *
Ne yapmalı sorusu sanırım bu noktada daha çok tartışmayı gerekli kılıyor. Bu da harekete geçerken öncelikleri doğru tespit etmenin önemine işaret ediyor. Potansiyelimiz ve imkânlarımız bellidir… Şahsen İslami bir siyasal direniş hattının içinde yaşadığımız coğrafya sathında yapısallaştırılmasını yapılacaklar listesinin ilk sırasında olduğunu düşünüyorum. Aksi takdirde omurgasız bir beden gibi kalmaya devam edeceğiz…
Bugün en çok ihtiyacını hissettiğimiz boşluk budur. Bırakın bu boşluğu doldurmayı, bunu adam akıllı tartışmaya açabildiğimiz vasatlar bile giderek daralmakta iken kaybedecek zamanımızın ve boşa harcayacak enerjimizin olmadığını unutmamalıyız.
esaslı bi soru hatta her daim üzerinde durulması gereken bir konu… çünkü nasıl hayat devam ediyorsa buna cevabımızda devingenlik arz edecektir…
evet, hayat sokaklarda, varoşlarda bilmem ne palace'larda devam ediyor. yine evet tedbir ve aşamalı siyaset/mücadele/yöntem gecikmeci adımları besler…
ne kadar uzak kalırsak sorularımız ve onlara ürettiğimiz cevaplar da o kadar anlamsızlaşır… bi bakarızki 14 asrın edebiyatını yapıyoruz hatta onu da yapamıyoruz…
ama bunu kimlik inşası VE siyasi mücadele olarak veya siyasi mücadele VE kimlik inşası olarak alırsak bu da tedrici mücadeleye girmez mi
yani sonuçta her ikisi kaçınılmaz bir sürerlilik birliktelik içerir… biri birinden ayrılamaz… her ikisi eş zamanlı olarak devam eden şeylerdir
tabii ki şahsiyete odaklanmak aptalca münzevi hayatı yaşamaktan öteye geçemez ama mücadelede 'omurgasız kalmamak' için sistemin bireylerde açtığı yaraların tedavi edilmesi gerekir…
yoksa hastalıklı bir vücut olarak yola devam etmenin hiç bir anlamı olmaz
ve tabiki yaralarımızı sararken kemirgenler yeni yaralar açmaya, eski yaralarımızı kurtlandırmaya devam edecektir… bunun içinde kemirgenlerin katli için elimizden geleni yapmalıyız…
işçilere ses olabilmek gibi
tc kölelerini özgürleştirmeye çalışmak gibi
köle olma yolunda ilerleyen öğrencilerin sessiz çığlıklarına megafon tutmak gibi
en azından tüm bunların farkında olmayanları uyandırmak gibi
yani ezilenlerle, müstekbirlere karşı
fekku reqabe
esaslı bi soru hatta her daim üzerinde durulması gereken bir konu… çünkü nasıl hayat devam ediyorsa buna cevabımızda devingenlik arz edecektir…
evet, hayat sokaklarda, varoşlarda bilmem ne palace'larda devam ediyor. yine evet tedbir ve aşamalı siyaset/mücadele/yöntem gecikmeci adımları besler…
ne kadar uzak kalırsak sorularımız ve onlara ürettiğimiz cevaplar da o kadar anlamsızlaşır… bi bakarızki 14 asrın edebiyatını yapıyoruz hatta onu da yapamıyoruz…
ama bunu kimlik inşası VE siyasi mücadele olarak veya siyasi mücadele VE kimlik inşası olarak alırsak bu da tedrici mücadeleye girmez mi
yani sonuçta her ikisi kaçınılmaz bir sürerlilik birliktelik içerir… biri birinden ayrılamaz… her ikisi eş zamanlı olarak devam eden şeylerdir
tabii ki şahsiyete odaklanmak aptalca münzevi hayatı yaşamaktan öteye geçemez ama mücadelede 'omurgasız kalmamak' için sistemin bireylerde açtığı yaraların tedavi edilmesi gerekir…
yoksa hastalıklı bir vücut olarak yola devam etmenin hiç bir anlamı olmaz
ve tabiki yaralarımızı sararken kemirgenler yeni yaralar açmaya, eski yaralarımızı kurtlandırmaya devam edecektir… bunun içinde kemirgenlerin katli için elimizden geleni yapmalıyız…
işçilere ses olabilmek gibi
tc kölelerini özgürleştirmeye çalışmak gibi
köle olma yolunda ilerleyen öğrencilerin sessiz çığlıklarına megafon tutmak gibi
en azından tüm bunların farkında olmayanları uyandırmak gibi
yani ezilenlerle, müstekbirlere karşı
fekku reqabe
İnsanı merkez almak derken birey olmanın anlamına bir gönderme var sanırım. O kadar da korkulacak birşey değildir, çünkü irade taşır her halukarda merkezdedir.Doğrudur. Haddini bildiği sürece sorun yok.
Beytullah Bey'in aksine ben tek tek şahıslar üzerinden bir toplumsallık algısı oluşturmanın mümkünlüğünü düşünürüm. İslami mücadele ilk zamanda peygamber, etrafındaki birkaç kişi ile başladı. topluma ulaşması çok sonra oldu. Humeyni devrimini bu kadar başarılı kılan da tek tek öğrenci yetişirmesi idi.
Mesela toplumun ıslahını getirecek en büyük devrim bence aile algımızı değiştirmek olacaktır. aileye layık olduğu değeri yeniden vermek, yani ilkin tek tek şahısların terbiye edildiği kurum. ne yapmalı sorusu burada cevap buluyor bende.
Türkiye'nin sorunları Mısır'dan, Tunus'tan farklıdır. Modernleşme tecrübeleri aynı coğrafyada olmaları hasebiyle aynı olmuş olabilir. Ama günümüze yaklaştığımızda yaşanan tecrübeler değişmiştir. Bunun ayrıntılı nedenlerine burada girmeyelim. Özetle Türkiye kendine has sorunlarıyla ilgilenmeli. Desteğini Ortadoğu'dan çekmeden.
Bence Ahmet Bey'in dediği gibi şehirlerdeki hayat doğrudan hedef alınamaz. Şehirler artık ulaşmakta zorlandığımız ilk yerler oldu. İlk red, oralardan gelir. Şehirli insanın derdi de başkadır artık, kafası karıştıktır. Yereldeki bu anlamda daha otantiktir, saftır. Hedef de buralar olmalıdır. Mesela Tunus isyanıın ilk başka önemsenmemesi buna bir örnektir, küçümsememek lazım. Ki artık “baskıdan” mahalleye bile giremez olduk.
*Siyasallaşma süreci tamam da nedir ki o, derdimize çare midir?