Muhâdarât+4+4+4

Fatma Aliye Hanım’ın 1891 tarihli Muhâdarât adlı romanında halk edebiyatı hikâyelerine ait aşk anlatısı kalıbı (aşık olma > ayrılma > kovalama > kavuşma ya da ölüm), önceki romanlara kıyasla daha karmaşık bir olay örgüsü çerçevesinde ve çoğaltılmış kişi kadrosuyla tekrar edilir. Başta Ahmet Mithat Efendi’nin romanları olmak üzere Tanzimat dönemi romanlarının ön planında yer alan aşk anlatısı ve kişi kalıpları bakımından (ölümcül kadın, sonradan görme mirasyedi, alafranga züppe, eğitimin mizacını değiştiremediği kimse vb.)  Muhâdarât, Tanzimat dönemi romanının genel karakterini bütünüyle taşır. Geç bir Tanzimat romanıdır, denebilir.

Tanzimat dönemi romanlarının, dönemin toplumsal ve siyasal yapısı içinde dönüştürücü işlevleri göz önünde bulundurulduğunda, aşk anlatılarının arkasında yer alan ve iktidar ilişkilerine, Batılılaşma sürecine yönelik savlar içeren bir arkaplandan söz etmek mümkün. Şeyda Başlı, ilk romanların ortak izleğini oluşturan aşk anlatısının ardında iktidar ilişkilerini içeren siyasi bir kontekst barındırdığını ve geleneğe ait bu kalıbın başta Namık Kemal olmak üzere Tanzimatçılar tarafından örtük bir muhalif anlatı oluşturmak üzere işlevselleştirildiğini izah eder. Onun Osmanlı Romanının İmkânları adlı maalesef pek gündem oluşturmamış olan çalışması ve elbette Berna Moran’ın roman çözümlemeleri bu tarihsel metinlerin siyasi anlatım katmanlarını hesaba katan çalışmalar olmaları bakımından kıymetli başvuru kaynakları.

     

Berna Moran’ın Felatun Bey ve Râkım Efendi çözümlemesi bu anlamda özellikle önemli. Bildik “Batılılaşmış züppe” okumasını aşarak yahut derinleştirerek, bugünün zihin dünyasını da açıklayacak ikili bir modernleşme şeması kurar Moran, bu iki karakteri tahlil ederken: “Doğru Batılılaşma”, yani Ahmet Mithat’ın Râkım’la ortaya koyduğu muhafazakâr modernleşme önerisi ve “Yanlış Batılılaşma”, yani Felatun’da karşılaşılan körü körüne taklitçilik ve zihne nüfuz edemeyen, yüzeysel kalan değişim. Felatun’un yozluğunu esas alan genelgeçer değerlendirmelerin aksine muhafazakâr modernleşmenin prototipi olarak tasavvur ettiği Râkım’a yoğunlaşır Moran. Fatma Aliye Hanım da Ahmet Mithat Efendi gibi “Batının ilmi/kendi ahlağımız” formasyonunu savunur; Namık Kemal tipi, eğitimde yapılacak reformları da kapsayan bütüncül bir siyasal dönüşümden ziyade eğitim vasıtasıyla gerçekleştirilecek bir “Doğru Batılılaşma” biçiminden yanadır. Şeyda Başlı’nın Tanzimat romanlarını incelerken üzerinde durduğu şekliyle, Muhâdarât’ta da aşk anlatısının ardında yer alan siyasi bir anlatım katmanından söz edilebilir. Bu katman, Osmanlı toplum yapısının ıslahı için gerekli olan “eğitim” ve kişilerin eğitim yoluyla aşmak zorunda oldukları “mizaç” olguları ekseninde kurulmuştur.

Ara muhabbet: 4+4+4 tartışmaları bugünlerde öncelikli gündem konusu, mâlum. Sadece modernleşmeyi Kemalistlere göre daha başarılı bir şekilde, yani düşünsel bir düzeyde, gerçekleştirebilmeleri noktasında değil, muhafazakârların eğitime yükledikleri anlama ilişkin de birçok açıklama sunuyor aslında Tanzimat romanları. Milli Görüş gibi zihinsel olarak değilse de siyasi mücadele yöntemi bakımından muhafazakârlardan ayrışan İslamcı yapılar hariç tutulduğunda – sosyal bilim diliyle muhafazakâr sosyal örgütlenmelerin, yani bildiğimiz cemaatlerin hem tarihsel temayüllerine hem de bugünkü gidişatlarına bakıldığında, yetişmeye, yetiştirmeye ve bu şekilde “bir yerlere gelmeye” verdikleri önemin birinci sırada yer aldığı açıktır. Bugünkü dershanelerin kaldırılması muhabbeti de bir bakıma FEM mi eğitecek hükümet mi çatışması gibi görünüyor. MİT mi Emniyet mi gibi bir şey yani. Muhafazakârlara göre eğitim her daim şart, zorunlu, mutlak. Aslî faaliyet alanı. Ve kendi şefkatli kucaklarından uzakta kalan, yanlış ellere düşenler kandırılmaya, yoldan çıkarılmaya, iğfal ve ifsad edilmeye açık değil mahkûm. Tabii böylece zorunlu eğitimin kendisine ilişkin eleştiriler en başta devreden çıkıyor, hesaba dahi katılmıyor. (Eğitim sistemi ile ilgili muhafazakâr olsun, İslamcı olsun, her türlü eleştiri de devletin çekilmesi tezini liberallerin formüle ettiği biçimde, onların ekmeğine yağ sürer biçimde dillendiriyor maalesef. Ne demek yani ideolojisiz eğitim istiyoruz!) Erken Cumhuriyet yıllarında Kemalist devrimlere bir tür mukavemet şekli olarak çocukları okula göndermeme tavrı söz konusuydu ama bu kitlelerin de süreç içinde hızla muhafazakârlaşmasıyla kolayca aşıldı. Bu konuda yegane istisna olan Süleymancı kardeşlerimiz de imamhatiplere yeşil ışık yaktılar son dönemlerde. Şimdi liseli olsalardı, Felatun okulu asıp internet kafeye giden eleman, Râkım günde 500 soru çözen dindar talebe olurdu. (Kurân-ı Kerim dersleri de hayırlı uğurlu olsun bu arada.)

Eğitim meselesi, Tanzimat dönemi romanların hemen hemen hepsinde Batılılaşma ile ilişkili bir biçimde yer alan temel mesele olarak belirleyici bir konumda. Muhâdarât’ta da öyle. Ne de olsa Maarif Nâzırının kerimesi oluyor Fatma Aliye Hanımefendi. Ayrıca Ahmet Mithat’ın talebesi. (Tam bu noktada bugüne gelerek, adaşı olan Fatma Karabıyık Barbarosoğlu gibi bazı muhafazakâr kadın yazarlarımızın da gayet tutarlı bir şekilde onu kendi yaşam türünün öncülü saydığını hatırlatmasak olmaz.)

Muhâdarât’ta Fâzıla-Fevkıye örnekleri üzerinden romanın/edebiyatın eğitici işlevi, –Namık Kemal’in İntibah’ın önsözünde savunduğu görüşlere paralel şekilde–  eğlendirici bir “usûl-i tedrîs” oluşu vurgulanır; ancak Fatma Aliye Hanım’a göre romanın bu işlevi ancak bilinçli bir öğretim ile gerçekleşebilir.  Rastgele ve başıboş roman okumak tehlikeli bir uğraştır. Gençler romantiktir, dikkatli olmazsak kayarlar şeklinde özetlenebilecek bir Emma Bovary meselesi basitçe. Küçük yaşlardan itibaren özel hocalar tarafından yetiştirilen (Fransızca ve piyano bilen) Fâzıla ile Şefik, sonradan görme (eğitimsiz) Remzi Bey, ahlaklı ve dürüst (eğitimli) Şebib Bey, entrika konusunda Câlibe’nin öğrencisi olan Süha, Saî Bey’in çocuklarını güzel bir şekilde yetiştirmesi için evlendiği ancak hırslı tabiatının esiri olan Câlibe, bilinçsiz ve rehbersiz roman okuduğu için mutsuz olan Fevkıye, Fâzıla’nın dadılık yaptığı Enise örneklerinde görüldüğü üzere, Muhâdarât’ta roman kişileri “bilgi”yle kurdukları ilişki üzerinden tanımlanmışlardır. Bu ilişkiyi doğru bir biçimde kuranlar ile kuramayanlar romanın sonunda kesin olarak ayrışırlar. Bu da Tanzimat romanının tipik bir özelliği ve bilhassa Ahmet Mithat Efendi’nin klasik numarasıdır, iyiler bu yana, kötüler öbür tarafa; mükâfat ve ceza adalet terazisinin müşfik buyruğunca paylaşılır.

Etiket(ler): , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın