Yaklaşık bir yıl önce, “Korkmayın abiler, buradayız hâlâ!” başlıklı bir deneme yazmıştım. Kasıtlı ve üzerinde düşünülmüş bir yazı değildi. Müslüman mahallesindeki tartışmalarda son yıllardaki düşünsel ve eylemsel arayışlarımıza yönelik geliştirilen argümanlara yönelik bir refleksti. Özünde İslamcılığı kendi tekelinde gören cemaatlerin ve grupların kendisine benzetemediklerini üstü örtük biçimde çöle sürme isteklerine tepki vardı.
Tasfiye’nin bloguna girdiğim o yazıyı yazarken şöyle demiştim: “Korkmayın abiler, İslamcıyız çok şükür… Ne sağa saptık ne de sola…Derdimiz de çok, söyleyeceklerimiz de… Ve derdimizi İslamcılığın içinden söylemeye devam edeceğiz. Ne kompleksimiz var ne öykünmeciliğimiz. Çıkmazları da görüyoruz, sapmaları da… Allah’a inanıyor, tevhidi mücadele geleneğinin ilk ademden bugüne kadar getirdiği çizgiye güveniyoruz, çok şükür.”
Tepkimin üzerinden geçen zaman zarfında olumlu ve olumsuz birçok geri bildirim aldım. Farklı ortamlarda yazı vesilesiyle derdimizi konuşma imkânı buldum. Nihayetinde üzerinde kafa yorduğumuz, birlikte emek verdiğimiz eğrisiyle doğrusuyla kendi hikâyemizdi. Derdimiz ise kendi gerçekliğimizle acı verse de yüzleşebilmemiz, bugüne kadar birikebilmiş tecrübenin zayi olmaması için özeleştirimizi yapabilmemiz ve dünden yarına uzanan süreçte hali hazırdaki durumumuzu doğru bir zeminde değerlendirebilmemizdi.
Bugün geldiğim noktada bir hususta biraz daha farklı düşünmeye başladım.
Şöyle ki; geçen yıl “Korkmayın abiler, buradayız hâlâ!” derken, o yazıda tartıştığım argümanların, İslamcılığın içindeki farklı arayışların “istikameti” kaybettirebileceği endişesi ve tedirginliğiyle ileri sürüldüğüne inanıyordum. Haliyle sergilenen tavırlarda, kardeşlik hukuku içinde bir öğüt arama iyimserliğini sürdürmekten taraftım. Fakat o günden bugüne edindiğim yeni tecrübeler ve tanıklıklar, ağır abilerimizin derdinin başka olduğunu düşündürmeye başladı.
Mesele şu: Dar bir İslam(cı)lık dairesi çiziliyor, dairenin içinde kastlaşmış hiyerarşiler oluşturuluyor ve alttan gelen her dalganın önü hızlı biçimde kesilerek kurulu düzen muhafaza edilmek isteniyor. Haliyle asıl endişesi duyulan şey de iş bu düzenin bozulması. Düzen korunuyorsa başkalarına ne olduğunun pek önemi kalmıyor. Bu sebeple İslami mücadele adına kurulan düzenin tehdit altında olduğuna dönük bir tehlike algısı ne zaman oluşsa, belirli mekanizmalar devreye giriyor. “Tehdit” görülen tüm çıkışlar itibarsızlaştırılmak, karalanmak ve aslından uzaklaştırılarak dairenin dışındaymış görüntüsü verilmek isteniyor. Böylece “dış” tehdit karşısında içerideki birlik ve beraberlik duygusu pekiştirilmiş oluyor. Nasıl? Tanıdık geliyor değil mi? Belki de gerçekten “bizi severken devletleri farkı yoktu”!
Son söylediklerim etrafında uzun uzun tartışmamız gerekiyor ama bu bağlamda tekrar düşününce, abilerimizin korkmakta haklı(!) olduklarına inanmaya başladığımı belirtmek isterim. Çünkü bizim protestodan direnişe doğru ilerlemesini istediğimiz mücadelenin her defasında yenilme ve “karizma”yı çizdirme gibi riskleri barındıran bir tarafı bulunuyor. Oysa ne güzel kazanımlar elde ediyorken buna ne gerek var değil mi! Mükemmel iç tutarlılıkları korumak varken, ne diye risk alınsın ki? Hem de yeni iktidar sahiplerinin “biz”imle de diyalog kurduğu şu günlerde…
Peki, şimdi ne olacak? Önce şu gerçekle yüzleşeceğiz: İslamcılık krizdedir. Sonra şu soru üzerinde düşüneceğiz: Krizden nasıl çıkacağız? Yani İslamcılığın krizinde kriz İslamcılığının imkânlarına eğileceğiz. Günlerin aramızda dolaşıp durduğunu unutmayacağız.
Kritik bir eşikte durduğumuz kanaatindeyim. Siyasal yönetimler, yerel, ulusal ve uluslar arası ilişkiler, kapitalizmin neoliberal dönemde getirdiği sorunlar; temel çelişkilerini koruyarak yeni biçimler kazanıyor. Ekonomi ve siyasetle birlikte toplumsal ve kültürel yapılar da değişiyor. Temel sorunlar yeni maskelerle karşımıza çıkıyor…
Tam bu noktada, efendilerin değiştirdiği maskelerdeki suretler bizimkine benziyor diye sahnede bize de rol ihsan edilmesine razı kalıp kalmayacağımız sorusu hayatiyet kazanıyor.
Eğer İslamcılık, içine düştüğü krizden çıkacaksa bu soruya “hayır” cevabı vererek ilk adımı atmış sayılacak.
Gerisi ise geçmişte ders aldığımız abilerimizden bugün alacağımız ibretle ne yapacağımız sorusuna vereceğimiz cevaplarla şekillenecek.
Mümkün mü?
Onurundan başka kaybedecek bir şeyi bulunmayanlar için neden olmasın?
Beytullah Emrah Önce / Platform Haber
geçen yılki yazıda her şeye rağmen bir saygı edasının sonucunda iade-i itibar üslubuyla yeni arayışların bir şekilde savunusunu yapan bir kaygı vardı.
süreç aslında korkması gerekenin karşı taraf olduğunu bir kez daha kanıtladı. islamcı çevrelerin yeni iktidarın dairesinde zamanla erimesi, erirken de tabana doğru yaygınlaştırdıkları bir psikolojiyle gelecek tasavvurunu da vesayet altına soktukları gerçeği bu iddiamıza temel oluşturuyor.
“korkun, yoksa tamamen kendinizi inkar edecek, pratikte islam’ın bir kurtuluş çağrısı olmaktan uzaklaşmasına sebebiyet vereceksiniz!” diye bir çağrı yapmak gerekiyordu belki de. o çağrı güçlü ve gözü kara yapılamadığından gelinen nokta problemler batağıdır.
sağlıklı, derinlikli entelektüel çabaların yokluğunda yerel ve küresel ölçekteki egemen siyasetlere eklemlenmiş türkiye islamcılığının ıslah edilmesi için sarsıcı çağrılara ihtiyaç var, yapısökümlerine…
Geri izleme:Islam/cılık « Serdargunes' Blog