Kent politikaları insanları köleleştiriyor!

LUTFI_BERGEN

Lütfi Bergen, Eğitim İlke-Sen İstanbul İl Temsilciliğinde “Kent-Şehir-Kapitalizm” başlıklı bir konuşma yaptı.

Konuşması boyunca şehirleşme-kentleşmeyi kapitalizm, İslam ve Anadolu ekseninde tartışan Lütfi Bergen, çarşı ile pazarın daimi bir çatışma halinde olduğunu, “cami” ve “pazar”ın Müslümanı özgürleştirdiğini, camide aynı safta yan yana dizilenler sonra pazarda da özgür bir şekilde mallarını sattıklarına vurgu yaptı.

“Cuma, şehir olan yerde kılınır. Namazdan sonra rızık aranmalıdır, bu emredilmiştir. Bunun için iktisadi düzenleme yapılmalıdır. Fakihler “ticaret (Pazar) yoksa orası şehir değildir” demişlerdir. “Kadı”nın olmadığı yerde de ticaret olmaz.” diyen Lütfi Bergen, Resulullah’ın insanlara mallarını açık pazarda vergisiz ve haraçsız sattırdığını oysa Yahudilerin bir sabitleme yapmış olduklarını söyledi ve Kur’an kıssalarının bu tartışmalar çerçevesinde yeniden okunup değerlendirilmesi gereğine işaret etti.

Batının topyekun burjuva, doğunun ise topyekun proleter olduğunu savunan Lütfi Bergen, Batının doğu toplumlarının mallarını heba ettiğini dile getirdi.

İslamcıların, sürekli olarak cumhuriyet boyunca Kemalist vesayetten bahsettiklerini ancak kapitalist vesayetten bahsetmediklerini belirten Lütfi Bergen kapitalizmin, kent yaşamında İslam fıkhını iptal ettiğini ileri sürerek “Mesela namaz, kentin kuşatmasına teslim oluyor. Bu yeni durumda fıkıh nasıl şekillenecek?” diye sordu ve İslamcıların ilerleme, kalkınma konularında problemli söylemler ürettiklerini ileri sürdü.

Konuşmasını “Şehir bir kanserdir, yediği şey sizsiniz.” diye sürdüren Bergen, kent politikalarının insanları köleleştirdiğini, kentlerin kıtlık ürettiğini söyledi. Toplu konutun Müslümanın topraksızlaştırılması demek olduğunu savunan Bergen, kapitalizmin bütün dünyada da insanı topraksızlaştırmakta olduğunu söyledi ve toprağa dönüş çağrısında bulundu.

“Manzara hakkına saldıran, manzarayı kapatan bir kentleşme yaşanıyor. Sabah akşam ortadan kaybolmuş durumda. Bu vaziyette İbrahim olunamaz. Yıldızlar, güneş ve gök kentte kaybolmuştur.” diyen Lütfi Bergen; Kent-Devletlerde yeni iktidarlar oluştuğunu, marka kent kavramının şehri satışa çıkardığını, insanların kenti yükselterek vergilendirilmiş olduklarını, dolayısıyla kent üretim biçiminin, kapitalist üretim biçiminin reddedilmesi gerektiğini söyledi ve otomobillerin suç aletleri olarak dolaştığı şehirlerin bugün protezli bir varlığa döndüklerini iddia etti.

İstanbul’un bugün kapitalist bir merkez olduğunu ve mutlaka bu merkezin yıkılması gerektiğini söyleyen Bergen, sözlerini “Müslüman pazarı AVM’yi yıkmalıdır.” diye sürdürdü. Daha sonra “Türkiye İşçi Partisi tecrübesi önemlidir. TİP, “Kula kulluğa son!”, “Su kullananın, toprak işleyenin!” demiştir ancak ateistlikle suçlanmıştır. Bugün de benzer suçlamalar ortada geziniyor.” diyen Bergen,  Harvey gibi isimlerin “meseleyi kentin içinde kalarak halledelim” dediklerini,  onun dışında çözüm aramanın sağcılık olacağını savunduklarını dile getirdi ve “Toprağa dönerseniz kent devrimine gerek kalmayacaktır.” dedi.

Haber: Sümeyye Sevim

 

Konuşmadan notlar:

İslamcılık düşüncesi Batı ile çatışmasında kutupçu bir alandan mı hareket ederek teori üretmiştir, yoksa Yecüc- Mecüc, doğu-batı diyalektiği türü bir alandan mı teori üretmiştir sorusu karşımıza çıkan bir sorudur.

Çalışmamız daha çok Anadolu’nun iktisat düzeni dediğimiz Asya Tipi üretim alanına kaymaktadır. Bu alandaki teorilere göre Asya toplumları Batı toplumlarının benzeri sosyal ve iktisadi süreçlere tabi olmamıştır. Marx bunu, şuna dayanarak söyler; “Batıda feodal bir toplum vardır ve toplumla toprak arasında bağ, insanların da toprak ile birlikte alınıp satılabilmesi” şeklindedir. “Osmanlı’da ve Selçuklu’da benzer bir durum var mı?” diye sorulduğunda ise; genelde “hayır” cevabı verilir. Bizde insan, toprakta kiracıdır ve hürdür. Kullanma hakkının miras bırakılabilmesiyle gizli bir mülkiyet sistemi geliştirilmiştir.

Bunun İslamcılık düşüncesi çerçevesinde, İran ve Arap iktisat modelinde bir karşılığı yoktur. Siyasi iradeye bağlı bir toprak mülkiyeti sistemi gelişmemiştir. Her kabile kendi içinden karizmatik bir lider çıkartarak, toprağın da sahibi olduğu iddiasını taşır. Buna örnek olarak Firavun gösterilebilir. “Mısır’ın mülkü bana ait değil mi?” sözündeki Rablik anlayışı, toprakla beraber toprağın üzerindeki insanlara da Rabb ve sahip olmayı ifade eder.

Bu anlayışı Osmanlı ve Selçuklu modelinde göremeyiz. Kiracılık öşürle ilintilidir ve senede bir kereye mahsus olarak verilen bu vergiyle hem sosyal düzen sağlanmış olur; hem de toplumun içinden bir burjuva çıkmamasına vasat oluşturulur. Birinci hareket noktası budur. Dolayısıyla biz tarihi, ezenler ve ezilenler arasındaki bir çatışma üzerinden okumayız. Bu okumanın nâkıslığını da Marksizmin kendi iç çelişkisinden çıkartmaktayız. “Eğer tarih ezenler ve ezilenler arasındaki mücadeleden ibaret ise; neden efendi olan toprak malikleri ile proleter arasında bir çatışma çıkmamıştır da, burjuva takımı ortaya çıkmıştır?” sorusu sorulmalıdır.

Proletarya ilk ortaya çıktığında ezilen bir sınıf değil hür bir sınıftır. Çiftçi ve feodal köle olan sınıf şehirlere çekildiği için bu ilk planda özgürlük olarak algılanır. Peki, nasıl olmuştur da burjuva sınıfı ortaya çıkmış, mülk sahiplerinin karşısına toprak köleleri çıkmamıştır?

Bir diğer önemli husus ise; niçin kent, şehir, medeniyet, uygarlık, çarşı, pazar gibi kavramları birbirine dikotomik şekilde koymaktayız? Batı toplumları topyekûn burjuva toplumlarıdır, batıdışı toplumlar da proletaryadır. Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı rapora göre; 580 tır tahılın karşılığında 1 tır telefon, 1 adet 94 ekran LCD televizyon karşılığında 2250 kilo balık veriliyor. Ticaret Odası’nın yaptığı bu istatistiğin amacı ise; tahılla uğraşmayıp yüksek teknolojiye geçme gerekliliğinden doğan bir teşviktir.

Buradan hareketle biz Kent- Şehir, Medeniyet-Uygarlık çatışmasının makul olduğunu düşünürken, bu alanda çalışan bazı araştırmacılar ise; şehir kavramının anlamının “medine” olduğunu ve bu alandaki tartışmaların hiçbir zemine oturmadığını söylemektedirler.

Medine kelimesi Yasin Suresi’nde “medîneti” şeklinde karşımıza çıkar ve aynı surede “karye” kelimesi de geçer. Firavun kendine ait bir şehirden bahsedeceği zaman “karye” kelimesini kullanmış, toplumsal bir fıkhın oluşacağı yahut oluşması gereken yerler içinse “medîneti” kelimesi kullanılmıştır ve bunu ispat eden 10 kadar ayet bulunmaktadır. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in Yesrib’in adını “Medine” olarak değiştirmiş olması da bu noktada anlamlıdır. Bir peygamber ahkâmı halkına tebliğ ediyorsa, orada bir “medineti” oluşumu vardır denilebilir. Mekke’de bireysel müslümanlıklar vardı, Medine ise toplumsal fıkhın inşa edilmeye başlandığı mekândır.

Cengiz Kallek, İslam iktisadının ilk oluşumu ile ilgili şunları aktarıyor: Hz. Peygamber Medine’deki Yahudi pazarlarını dolaşmış ve “bunlar bize ait pazar değil” demiştir. Peygamber, müslümanların pazarının alabildiğine genişleyen bir pazar olması gerektiğini söylemiştir.

Dönemin Mekke’sine baktığımız zaman “ilahi” kapitalizmin başkenti durumunda olduğunu görürüz ve Hz. Peygamber Mekke’de mücadele vermeyip, her şeyini bırakıp Medine’ye göç etmiştir. Hz. Musa’da da aynı tavrı görmekteyiz. Arka planındaki maksadın; inananların, kadın ve çocukların katledilmesine imkân verecek şekilde davranmamak olduğunu söyleyebiliriz. Musa (as) Firavun yok olduğunu gördüğünde de, rövanş almak için Mısır’a dönüp orda kendi krallığını ilan etmemiş, aksine halkını çöle götürmüştür.

Batı halkları topyekûn burjuva, doğulu halklarsa topyekûn proleterdir. Feodalizmin tekrar hortlamış; batı, Daru’l-İslam topraklarını işgal edip zenginliklerini ele geçirmeye ve geriye çalışması gereken proleter bir halk bırakmaya da hâlâ devam etmektedir.

Tekrar Medine’ye dönecek olursak; Hz. Peygamber’in Medine’de yapmaya çalıştığı şey; pazar özgürleşmesiydi. Cami ve pazar müslümanların özgürlük alanını oluşturmaktaydı. İnsanlar, hiçbir sınıfsal ayrıma tabi tutulmadan pazara mallarını götürüp satabiliyorlardı. Açık pazar; malların hiçbir vergi veya haraca tabi tutulmadan satışını sağlamak anlamındaydı. Yahudi pazarında ise tekel oluşuyor ve sabitleniyordu. Osmanlı ve Selçuklu’da ise aynî vergi pazar tekelleşmesinin önüne bir engel olarak çıkartılmıştır.

Kapitalizme karşı dikkatli olmamız gerekmektedir. Emtia dünyamızı neye binaen şekillendirdiğimizin farkında olmalıyız.

Türkiye’de İslamcıların cumhuriyet modernleşmesi üzerine belli bir tepkileri vardır fakat kapitalist vesayete karşı hiçbir tepkisellik geliştirmediklerini görürüz. Modern müslüman “kapitalizm bize hayat diretiyor, bizim dinimizi belirlemeye çalışıyor” şeklinde bir itiraz yükseltmez.

Kapitalizmin kent oluşturma eylemi müslümanları fıkhından eder. Seferi olması gereken bir mesafede bile kişi seferi olamamaktadır. Bu noktada bir sorun ortaya çıkmaktadır ki o da şudur; “Bizim fıkhımız mı kent yaşamımızı belirleyecek, yoksa batının kent formülasyonu mu bizim fıkhımızı belirleyecek?” Müslümanların buna bir karar vermesi gerekmektedir.

Müslüman bir insan sadece, “ben inanıyorum demekle” müslüman olamaz.

“Onlar ki namazı kıldılar, zekâtı verdiler” veya “hiçbir alışveriş onları namazı kılmaktan ve zekâtı vermekten alıkoyamaz” şeklinde ayetler buna delalet eder. Bunlar aynı zamanda, müslüman toplumun iktisadi alanla ilişkisini ispatlayan delillerdir. İslam toplumu memur toplumu değildir.

60’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi (TİP) ” Su kullananın, toprak işleyenin” şeklinde bir slogan üretti. Bu müslümanca bir slogandır. Ayrıca, “Kula kulluğa son!” diyen TİP; müslümanlar tarafından ateist, gâvur ilan edildi. Dolayısıyla bir şehir pazar sahibi olmalı, bu pazarda insanlar mallarını dilediğince pazara sunabilmeli, hiçbir ayrım yahut haraca tabi tutulmaksızın iktisadi sistem içinde var olabilmelidirler. Ayrıca hiçbir müslüman proleter olmamalıdır.

Proletarya burjuvanın müttefikidir. Burjuva toplum inşasının bir aracıdır ve Türkiye’de esnaf, çiftçi, zanaatkârı yok etmek için devlet tarafından üretilmiş bir emek sahasıdır. Türkiye, 1923’ten itibaren toplumsal düzeni proletarya ve sanayileşme lehine inşa etmiştir.

Nurettin Topçu, köylülük meselesi ile ilgili önemli vurgularda bulunur. Kentlerin bu kadar yoğunlaşmasının Türkiye’de hem üretimi bitireceğini hem de müslüman insanların saflığını ve temizliğini kentlerde kaybettiğini söyler. Örneğin başörtülü bir kadının milli piyango bileti sattığı ve bunun normal karşılandığı bir toplum, değer yargıları hasara uğramış bir toplum haline gelmiştir.

Bizde İslamcılık, İttihad ve Terakki, refah, saadet, kalkınma imgeleri üzerinden yürür. Bu bizim zihin dünyamızın batılı ve pozitivist olduğunu gösterir. Tarihin hep iyiye doğru ilerler derken, “Allah bir toplumu götürür, başka bir toplumu getirir” diye düşünmüyoruz. Buharlı geminin icadı üzerine konuşurken, Nuh peygamberin inşa ettiği devasa gemiden bahsetmiyoruz.

Müslümanlar Kur’an kıssalarını birer aşk hikâyesi gibi okumamalılar. Kur’an kıssaları bizim hareket metodumuzun birer numuneleridir.

Bütün dinler kırda başlamıştır, köylüdür. Kapitalist birikime karşı nebevi bir hareket vardır. Hz. Musa örneğinde de olduğu gibi.

Bugün İstanbul “İslambol” değildir. Kapitalist anlamda bir Bizanstır artık.

Batıya göre kentsel toplum kapitalizmin geldiği son noktadır. Tarihin sonu teorisine benzer bir yargıdır. Bizde Namık Kemal, Bediüzzaman, Akif gibi İslamcı isimler batının tekniğini kerhen almak gerektiğini savunmuşlardır. Namık Kemal medeniyetin “yol” olduğunu söylemiş, bugün de aynı anlayış hala devam etmektedir. Fakat yol ile medenileşen şehirler gençler için kurulmuş bir şehir halini alır ve toplumun tamamı için elverişsiz hale gelir.

Kapitalizm bütün dünyada insanları topraksız bırakmaktadır. Kapitalizmin geldiği süreçte, kişinin bedeninden başka toprağı yoktur. “İslam Şehri ve Batı Kenti” ayrıştırmasının temel noktası bu topraksızlaştırmadır.

Marka kent

Bu kavram; bizlerin, yaşadığımız şehirleri satılığa çıkarmış olduğumuzun bir göstergesidir. Türkiye son kentleşme süreciyle politik sistemini de değiştirdi. İslamcılar ulus devlet eleştirisi yaparken Batının kent-devlet dediği bir tür Yunan kent modeline döndüler. Uluslararası bir kent modeli vardır ve kapitalizm istediği kenti eline geçirmiştir, onunla ilgili yatırımını yapmıştır ve yerel siyasette bu kentin ihtiyaçlarını temin edecek şekilde vergi toplayan bir mekanizma haline gelmiştir. Bu şekilde bir kentleşme yüksek vergilendirmeyi kabul etmek demektir. Türkiye’deki hiçbir siyasi parti kent ideolojisine muarız değildir. Çünkü kentler oyların maksimize edilmesi için kullanılmaktadır. Kent devletler yeni bir siyaset sistemiyle kendi iktidarlarını üretirler. Gezi Parkı olaylarında belediye başkanının değil de başbakanının konuşması gibi.

Kent eşitsizliği yerleşik kılar.

Kent merkezinde bir yoğunlaşma meydana geldiğinde kent içinden kent dışına doğru bir nüfus transferi gerçekleşir ve merkezi burjuvalar işgal eder. Kentin merkezini pahalılaştırıp, metalaştırıp kente girmek adeta haraca bağlanır. Kent vergilendirilir ve böylece kentte yaşayanlar paryalaştırılır. Önümüzdeki dönemlerin kavgası ise kent mülksüzleri ile mülk sahipleri (malikler) arasındaki kavga olmak durumundadır.

Kentler kıtlık üretir.

Osmanlı’da kadınlar evlerinin bahçelerini üretim merkezi olarak kullanırlardı. Vaktiyle kendi ürettiğiniz ürünü pazardan para ile almak bir haraçlandırma ve kıtlıktır.

Peki, ne olacak? Hicret mi edilmeli?

Hz. Muhammed Medine’ye, Hz. Musa çöle hicret etti. Biz nereye hicret edeceğiz sorusu birçoğumuzun kafasını işgal eder. Yapılması gereken üretim şeklinin değiştirilmesi, mevcut şekilden daha farklı bir üretim modeline geçilmesi gerekmektedir. Yani kapitalist üretim biçiminin yıkılması, toprak düzenine geçilmesi gerekmekte, bu alanda entelektüel bir çalışma yürütülmelidir. Kapitalist ilişkiler Mekke’de tesis edildiği için Hz. Peygamber hicret etmişti. Bugün de aynı sistem bizim yaşadığımız topraklar için geçerlidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Etiket(ler): , , , , , , , , , .Yer işareti koy Kalıcı Bağlantı.

Bir yanıt yazın